Popüler Yayınlar

2 Aralık 2021 Perşembe

NİMETE ŞÜKÜR, İSLAM'IN KADINA BAKIŞI, EMANET SANDIĞI, SADAKA TAŞLARI

 

İÇİNDEKİLER

1: Nimete Şükür

2: İslam Bizi Geri Bırakmadı

3. Orta Çağ Avrupa’sının Delileri Yakması

4. İslam’ın Kadına Bakışı?

5. Emanet Sandığı

6. Sadaka Taşları

7. İsviçre’nin Köle Çocukları

8. İnsan Hayvanat Bahçeleri Avrupa’nın Karanlık Tarihi

 

1. Allah’ın kulları üzerinde çok büyük nimetleri vardır ancak pek çok insan bunu düşünmez ve şükretmez. İnsanlar çoğu zaman, sahip olduklarını kaybettiğinde değerini anlar ve kıymet bilmediği günler için pişmanlık hisseder.

Sadece nefes almak dahi başlı başına bir nimettir. Böbreklerin kanı süzmesi, kalpteki kanın pompalanması, midenin yediklerimizi öğütmesi, bağırsakların boşaltıma hazır hale getirmesi vs…

İki böbreğimiz yaşamımız boyunca vücudumuzda dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Bu işlemlerin hepsi, milyarlarca insanın her birinde aynı şekilde gerçekleşir. Hücrelerin tüm bunları yapacak akla kendi kendilerine ya da tesadüfen sahip olduklarını iddia etmek elbette mümkün değildir. Hücrelere bu aklı veren, nasıl davranmaları gerektiğini onlara ilham eden herşeyi kontrolü altında tutan Allah’tır.

Allah’ın devamlı kalbi attırması, nefes aldırması, tüm organlarımızı bizim kontrolümüz dışında çalıştırması çok büyük nimettir. Zira bizim, ne kalbin düzenli attırmaya gücümüz yeter, ne nefes alıp vermeye, ne de vücudumuzdaki kirli kanı süzmeye. Allah, nimetin devamlılığını sağlayarak insanlara merhamet etmektedir. 

Saçımız uzuyor, haberimiz yok. Tırnağımız büyüyor, ondan da haberimiz yok. Dallarda meyveler bizim için olgunlaşıyor, yapraklar sararıp soluyor, haberimiz yok. Elimizden yere düşen bir şeyi eğilip alırken, kim bilir kaç kasımız hareket ediyor... Tebessüm ederken de yine öyle. Kim bilir kaç kas devrede? On kiloyu diyelim, kolumuzla kaldırıyoruz. Peki, kolumuzu neyle ve nasıl kaldırıyoruz?... Bundan da haberimiz yok. Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Hangi birini sayalım ki?

Nimete şükür... Peki en büyük nimet nedir? Tabiki iman nimetidir. (Dünyaları verseler tek gözünü vermezsin. İki gözünü verene neden secde etmezsin.)

ANCAK EN BÜYÜK NİMET İMAN NİMETİDİR. HERKESE NASİP OLMAZ.

 

2. İSLAM BİZİ GERİ BIRAKMADI.

a) Abbas İbn Firnas: 810-887 yılları arasında yaşamış Endülüslü bir İslam bilginidir. Endülüs'ün Ronda bölgesindeki bir köyde doğmuş, Kurtuba'da büyümüş ve burada tahsil görmüştür. Tarihi kaynaklarda İbn Firnas'ın Kurtuba Camiisi'nden atlayarak, uzun süre kuşlar gibi süzüldüğü daha sonra yere indiği bilgisine rastlanır. İbn-i Firnas'ın bu başarısı modern uçağın babası sayılan Wright Kardeşler'den 1023 yıl öncesine rastlamaktadır Aynı zamanda kumdan cam imalatını ilk bulan kişi olarak tarihe geçmiş ve kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirmiştir.

b) Hezârfen Ahmed Çelebi: 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç ile kendini boşluğa bırakması ve İstanbul Boğazı'nda 3358 metre süzülerek Üsküdar'da yer alan Doğancılar Meydanı'na inmesi ile tanınır.

c) Lâgarȋ Hasan Çelebi:  Barutla çalışan iki katlı roketi 1633 yılında yaptı.İlk füze uçuşunu gerçekleştiriyor. 300 mt yükseldikten sonra kanatla suya iniyor.

d) Fuat Sezgin: 1924 Bitlis doğum 30 Haziran 2018 vefat. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter'in öğrencisi olan Sezgin, Ritter'in tavsiyesi üzerine İslam bilimlerine yöneldi.

İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslam Bilim Tarihi'nin ilk cildini, 1967'de tamamlayan Sezgin, 17 ciltten oluşan eserin 18. cildini yazıyordu. Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca da dâhil 27 dili çok iyi derecede biliyordu.

İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ İstanbul’daki Frankfurt’tan sonra dünyada ikinci örnektir.

3. Orta Çağ Avrupa’sında Deliler Diri Diri Yakılırken …

16. asır Osmanlı Türkiye’sinde akıl hastaları günlük hayatın içerisinde tutulur, hastahanelerde sülün ve keklik gibi av etleri ile beslenirlerdi. O devir Avrupası'nda ise bu hastaların "Ruhları şeytan tarafından ele geçirilmiş tehlikeli yaratıklar" olduğuna inanılır, tedavi yerine cezalandırılır, hattâ bazen diri diri yakılırlardı. Osmanlı’da mecnunlar, meczuplar, divaneler, yani akıl hastaları günlük hayatın dışına hiçbir zaman atılmadılar, daha da önemlisi toplum içerisinde kalmalarına özen gösterilerek hayatı zenginleştirici bir unsur olmalarına özen gösterildi. 

1243 Sivas Divriği Ulu Camii ve Daruşşifa’sı,

Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'da 1470'te yaptırdığı Fatih Darüşşifası'nı, yani akıl hastahanesini "70 odası, 80 kubbesi ve 200 hademesi olan bu akıl hastanesinde gelen her hastaya bakılır ve hastalığına uygun ilaçlar verilir. 

Bayezid Külliyesi, Edirne'de tarihi külliye. İkinci başkent konumundaki Edirne'yi darüşşifaya kavuşturmak amacıyla Sultan II. Bayezid tarafından 1484-1488 yıllarında Mimar Hayreddin'e yaptırılmıştır. Külliye Edirne şehir merkezine 2 km uzaklıkta Tunca Nehri kıyısında yer alır.

4. İslam’ın Kadına Bakışı

SORU: İslâm, kadına niçin hak vermiyor? Erkeğin yanında niçin ikinci sınıf muamelesi görüyor? İkisinin eşit olması lazım değil miydi?

CEVAP: Bütün bu soruları İslâmiyet hakkında bilgisi olmayanlar soruyor. İslâmiyet'i bir öğrenseler hayretlerinden akılları duracak ve sormayacaklar. İslâmiyet değil kadını korumamak (hak vermemek) hayvanları dahi korumuş, onlara ağır yük vurmak ve aç bırakmak suretiyle eziyet eden kimselere dünya ve ahirette ceza vermiştir. Hayvanın hakkını veren İslâmiyet'in kadına verdiği haklara geçmeden, dünyanın ve yüzelli, ikiyüz sene öncesine kadar Avrupa'nın kadına bakış açısına bir bakalım.

İslâmiyet'in geldiği çağda kadın, yeryüzündeki hemen bütün milletlerde aşağılık bir mahlûk olarak kabul ediliyor, zelil, hakir ve esir bir durumda bulunuyordu. Eski Hint hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer muamelelerde hiçbir hakka sahip değildi. Kadının murdar temayüllere, zayıf karaktere ve kötü bir ahlaka sahip olduğu kabul ediliyordu. Budizm'in kurucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmiyordu. Nihayet birçok tereddütten sonra kadınları dinine kabul etmiş fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu söylemiştir.

Yunan ve Roma'da kadın, hiçbir şahsiyete ve hakka sahip değildi. Eflatun'a göre, kadın, orta malı gibi elden ele gezmeli imiş. Çinliler'de kadın, insan sayılmaz, ona isim bile takılmazmış. İngiltere'de, milattan sonra beşinci asırdan, onbirinci asra kadar, kocalar, kadınlarını satabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini hazırlayanın bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hristiyan milletler, kadına daim bir "Şeytan" nazarı ile bakmışlardır. İngiltere'de kadın, murdar bir mahlûk sayıldığından İncil'e el süremezdi. Bu vaziyet ancak Kral VIII. Hanri'nin (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdi. Bu karara göre kadınlar, İncil okuyabileceklerdi.

Vaktiyle Avrupa'da alimler ve filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı: Kadının ruhu var mıdır? Yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır? Eğer ruhu varsa, acaba o insan ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur? Onun ruhunun insan ruhu farz edildiği taktirde, o zaman onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu gibi midir, yoksa o köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır?

Kadını, asırlardır tokatlamaktan yorulmayan zalim elleri, İslâm havada yakaladı. Bütün mazlumlarla birlikte kadını da kurtardı. Onun asırlardır örselenen narin vücudunu, iffetin timsalidir diye nadide kumaşlara sardı. Gözü paradan puldan başka bir şey görmeyen, daima bunun için birbirini yiyen erkeklerin elindeki altınları, mücevherleri aldı, kadınlara taktı. Zalim ellerin tutup sürüklediği saçları tüllere bürüdü. Bundan sonra da erkeklere;  "Kadınlarla güzel geçinin"  buyurdu. Resul-ü Ekrem (s.a.v) de: "Sizin en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır" buyurdu.

1 — Kadının insan olduğunu bile düşünmek istemeyen bazı frenkler, onun hayvan mı, yoksa şeytan mı olduğunu münakaşa ederlerken, İslâm dini gerçeği bunlara şöyle anlattı: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. "Hucurat 13"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının."Nisa

 2 — Budizm dininin kurucusu Buda, kadını kendi dinine kabul edip etmemekte tereddüt ederken, Avrupa'da ve bazı memleketlerde kadının bir dini olabileceğini akıllarına sığdıramayan dindarlar, bu zavallıların mukaddes kitaplara dokunmasını ve okumasını resmen yasaklarken, İslâm dini emirlerini tebliğde kadın-erkek ayrımı göstermedi. "Mümin erkekler, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler" gibi ifadelerle onları dinî bakımdan müsavi tuttu. İslâm dinine ilk giren Peygamberimizin hanımı Hatice validemizdi. İslâm'ın ulu kitabı Kur'an-ı Kerim, resmen bir kitapta toplanınca, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya teslim edildi. Hz. Ebubekir'in hilafetinden Hz. Osman'ın hilafetine kadar yıllarca onun yanında kaldı. Kadınların ruhu olup olmadığı da, eskilerin bir problemiydi. Ruhu varsa, acaba kadındaki insan ruhu muydu, yoksa hayvan ruhu muydu? Kadının da bir dini olabileceğini kabul etmek buna bağlıydı. İslâm, ruhî ve dinî bakımdan kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığını şu ilahî fermanlarla ilan etti:

وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقٖيراً "Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler. Kendilerine zerre kadar zulmedilmez." Nisa 124 مَنْ عَمِلَ صَالِحاً مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ   "Kadın, erkek kim inanmış olarak iyi iş yaparsa, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." Nahl 97 "Rab'leri dualarını kabul etti.

 

5. Sivas Divriği Ulu Camii ve Dâruşşifası –Emanet Sandığı

Caminin iç kısmında, cennet kapısının arka yüzünde tek parça taştan oyulmuş iki adet emanet sandığı bulunmaktadır. İnsanlar bir yere giderken değerli eşyalarını ve ziynetlerini emanet sandığına bırakırlar döndüklerinde ise bıraktıkları gibi bulurlardı. Bununla beraber bir de sadaka taşı bulunmaktadır. Hayırseverler sadakalarını bu taşın içine bırakır, ihtiyaç sahipleri de içinden ihtiyacı kadarını alırdı. Bu uygulama, “Bir elin verdiğini öbür elin bilmemesi” olarak ifade edilen, yoksulun incitilmemesi ve onurunun korunmasını esas alan bir duyarlılığın yansımasıdır.

6. SADAKA TAŞI

Tepeleri dikdörtgen veya taşına göre yuvarlak, 10-15 cm. derinliğinde oyuktu. Yardımlar bu oyuğa konulurdu. Sadaka veren ve alanlar kollarını uzatarak sadaka taşındaki oyuğa ulaşırlar böylece kimin sadaka verdiği, kimin sadaka aldığı belli olmaz, genellikle akşam saatleri tercih edilirdi. 17. yüzyılda İstanbul'a gelmiş olan bir Fransız seyyah bu taşlardan birinin başında bir hafta beklemesine rağmen bırakılan yardımları almak için kimsenin uğramadığını yazmıştır.

Paraya olan ihtiyaca sınır koyma imkânı çok zordur. Böyle bir durumda ihtiyaç sahibi bir fakirin, Sadaka Taşı’ndan ancak kendisine lâzım olduğu kadar bir parayı alıp geri kalanına el sürmemesi, böyle bir hayır anlayışını ve müessesesini istismar etmemesi, hakikaten bugünün mantığıyla izah edilebilir bir durum değildir. Nerdeyse insan tabiatıyla ters düşen bu mantık dışı hareket, bir Fransız seyyahının olayı yerinde gözlemlemesine sebep olmuş, zenginin hassasiyeti yanında fakir kişinin de ne kadar kanaatkâr ve gönül zengini olduğu bir yabancı tespitiyle gözler önüne serilmiştir.  17. Yüzyılda Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’da bulunan Fransız seyyah, sadaka taşlarını merak eder ve halka sorar. Halktan aldığı cevap üzerine şaşırır, şaşırmakla da kalmaz inanmakta zorlanır. Bir sadaka taşını tam bir hafta boyunca takip eder. Gerçekten de insanlar taşın üzerindeki oyuğa para bırakmaktadırlar ve kimin ne kadar bıraktığı da belli değildir. Ancak seyyahı asıl şaşırtan gariplik; bir hafta boyunca sadaka taşına para koyanları gördüğü halde para alana hiç denk gelmemesidir. Sadaka taşının üzeri para dolu olduğu halde gelip geçenler ihtiyaçları olmadığı için dönüp bakmazlar bile… Memleketine döndüğünde bu hatırasını ve hayranlığını hayret belirterek yazar.

 

7. İSVİÇRENİN KÖLE ÇOCUKLARI

İsviçre’de 1970 yılına kadar pek çok yetim ve fakir aile çocukları, çiftliklerde ve bakıcı ailelerin yanında köle gibi çalıştırılmıştır. Özellikle de fakir aileler çocuklarını vermek zorunda kalırdı. İslam dininde 14 asır önce 600 lü yıllarda inen ayette Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan -8) buyurularak fakir insanların gözetilmesi, yetime kol kanat gerilmesi öğütleniyordu. Sevgili Peygamberimiz “Bir yetimi himaye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.”; "Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu mutlaka cennete koyar". (Tirmizî, Birr 14.) tarzındaki birçok hadisinde yetime yardım etmeyi teşvik etmiştir.

Avrupa’da çocuklar köle olarak çalıştırılırken 810 yılında doğan İmam Buhari 11 yaşında hocasının hatasını tespit edecek kadar ilim öğrendiği, On altı yaşına geldiği zaman İbnü’l-Mübârek ve Vekî‘ b. Cerrâh’ın kitaplarını tamamen ezberlediği bilinmektedir. İslam tarihinde çocuklar her zaman okumaya teşvik edilmiştir.

 

8. İNSAN HAYVANAT BAHÇELERİ AVRUPANIN KARANLIK TARİHİ

1870’li yıllarda, İnsan Hayvanat Bahçeleri çok meşhur oldu. Amerika’nın ve Avrupa’nın dört bir yanında, insan şovlarının düzenlendiği insan hayvanat bahçelerini, yüz binlerce insan ziyaret etti.

1899 yılında, Paris’te ilki düzenlenen Dünya fuarında, insan hayvanat bahçesi de bulunuyordu. İnsanlar genellikle kafes ya da çitlerle kapatılmış alanlarda sergileniyordu. Afrika ve Amerika’dan getirilen insancıklar, özgün kıyafetleri ile bazen de çıplak olarak sergileniyordu.

"Vahşi insanlar, ilkeller, insana benziyorlar, insanoğluna en yakın varlık galiba" diye tasnif ediliyorlardı. Hayvanat bahçelerinde, fuarlarda, sergi alanlarında teşir edilmek için binlerce insan kadın, erkek, çocuk Afrika'dan gemilerle Avrupa ve Amerika'ya taşındı. Belçika, Hollanda, İspanya, Macaristan, Almanya, İsveç, İtalya, ABD'de, bir değil pekçok kentinde 1870'lerden 1960'lara kadar var oldu. İnsanlar nadir hayvanlarmış gibi seçiliyorlardı, kimilerini kafeste teşhir ettiler. Fuar alanının dışındaki levhada "Lütfen yiyecek vermeyin daha önce beslendiler" yazılıydı. Çoğunun üzerindekiler çıkarılıyordu, göğüsleri açıktaydı. Bazıları intihar etti, bazıları ise teşhir edilirken öldü. Ölen de sergilendi. Aynı dönemlerde bazı bilim adamlarının görüşleri de aktarılıyordu: "Haftalardır bunların üzerinde çalışıyoruz, bunların aklı aşırı derecede geri. Fevkalede saldırganlar ve hiçbir hisleri yok. İnsana en yakın vahşi örneği denebilir"

1889’da Paris’teki Dünya Fuarı'ndakini 18 milyon insan ziyaret etti. 400 Aborjin ve Afrikalı yarı çıplak şekilde kafeslere kapatılıp büyük kalabalıkların önüne çıkarıldılar. 1931'de Paris'te, Eiffel'in altında açılan İnsan Hayvanat Bahçesi'ni milyon kişi gezdi. İnsan Hayvanat Bahçelerinin sonuncusu, 1958 yılına Belçika’da kapanmıştır.