İÇİNDEKİLER
1: Nimete Şükür
2: İslam Bizi Geri Bırakmadı
3. Orta Çağ Avrupa’sının Delileri Yakması
4. İslam’ın Kadına Bakışı?
5. Emanet Sandığı
6. Sadaka Taşları
7. İsviçre’nin Köle Çocukları
8. İnsan Hayvanat Bahçeleri Avrupa’nın
Karanlık Tarihi
1. Allah’ın kulları üzerinde çok büyük nimetleri vardır ancak pek çok insan bunu düşünmez ve şükretmez. İnsanlar çoğu zaman, sahip olduklarını kaybettiğinde değerini anlar ve kıymet bilmediği günler için pişmanlık hisseder.
Sadece nefes
almak dahi başlı başına bir nimettir. Böbreklerin kanı süzmesi, kalpteki kanın
pompalanması, midenin yediklerimizi öğütmesi, bağırsakların boşaltıma hazır
hale getirmesi vs…
İki böbreğimiz
yaşamımız boyunca vücudumuzda dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir
kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Bu
işlemlerin hepsi, milyarlarca insanın her birinde aynı şekilde gerçekleşir.
Hücrelerin tüm bunları yapacak akla kendi kendilerine ya da tesadüfen sahip olduklarını
iddia etmek elbette mümkün değildir. Hücrelere bu aklı veren, nasıl
davranmaları gerektiğini onlara ilham eden herşeyi kontrolü altında tutan
Allah’tır.
Allah’ın
devamlı kalbi attırması, nefes aldırması, tüm organlarımızı bizim kontrolümüz
dışında çalıştırması çok büyük nimettir. Zira bizim, ne kalbin düzenli
attırmaya gücümüz yeter, ne nefes alıp vermeye, ne de vücudumuzdaki kirli kanı
süzmeye. Allah, nimetin devamlılığını sağlayarak insanlara merhamet etmektedir.
Saçımız uzuyor,
haberimiz yok. Tırnağımız büyüyor, ondan da haberimiz yok. Dallarda meyveler
bizim için olgunlaşıyor, yapraklar sararıp soluyor, haberimiz yok. Elimizden
yere düşen bir şeyi eğilip alırken, kim bilir kaç kasımız hareket ediyor...
Tebessüm ederken de yine öyle. Kim bilir kaç kas devrede? On kiloyu diyelim,
kolumuzla kaldırıyoruz. Peki, kolumuzu neyle ve nasıl kaldırıyoruz?... Bundan da haberimiz yok. Rabbimizin nimetlerini saymakla
bitiremeyiz. Hangi birini sayalım ki?
Nimete şükür... Peki en büyük nimet nedir? Tabiki iman nimetidir. (Dünyaları verseler tek gözünü vermezsin. İki gözünü verene neden secde etmezsin.)
ANCAK EN BÜYÜK
NİMET İMAN NİMETİDİR. HERKESE NASİP OLMAZ.
2. İSLAM BİZİ
GERİ BIRAKMADI.
a) Abbas İbn Firnas: 810-887
yılları arasında yaşamış Endülüslü bir İslam bilginidir. Endülüs'ün Ronda
bölgesindeki bir köyde doğmuş, Kurtuba'da büyümüş ve burada tahsil görmüştür.
Tarihi kaynaklarda İbn Firnas'ın Kurtuba Camiisi'nden atlayarak, uzun süre
kuşlar gibi süzüldüğü daha sonra yere indiği bilgisine rastlanır. İbn-i Firnas'ın bu başarısı modern
uçağın babası sayılan Wright Kardeşler'den 1023 yıl öncesine
rastlamaktadır Aynı zamanda kumdan cam imalatını ilk bulan kişi olarak tarihe
geçmiş ve kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirmiştir.
b) Hezârfen Ahmed Çelebi: 1632 yılında lodoslu bir havada Galata
Kulesi'nden kuş
kanatlarına benzer bir araç ile kendini boşluğa bırakması ve İstanbul
Boğazı'nda 3358 metre
süzülerek Üsküdar'da yer alan Doğancılar
Meydanı'na inmesi ile
tanınır.
c) Lâgarȋ Hasan Çelebi: Barutla çalışan iki katlı roketi 1633 yılında yaptı.İlk füze
uçuşunu gerçekleştiriyor. 300 mt yükseldikten sonra kanatla suya iniyor.
d) Fuat Sezgin: 1924 Bitlis
doğum 30 Haziran 2018 vefat. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları
Enstitüsü'nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut
Ritter'in öğrencisi olan Sezgin, Ritter'in tavsiyesi üzerine İslam
bilimlerine yöneldi.
İnsanlık tarihinin
başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslam
Bilim Tarihi'nin ilk cildini, 1967'de tamamlayan Sezgin, 17 ciltten oluşan
eserin 18. cildini yazıyordu. Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve
Almanca da dâhil 27 dili çok iyi derecede biliyordu.
İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ İstanbul’daki Frankfurt’tan
sonra dünyada ikinci örnektir.
3. Orta Çağ
Avrupa’sında Deliler Diri Diri Yakılırken …
16. asır Osmanlı
Türkiye’sinde akıl hastaları günlük hayatın içerisinde tutulur, hastahanelerde
sülün ve keklik gibi av etleri ile beslenirlerdi. O devir Avrupası'nda ise bu
hastaların "Ruhları şeytan tarafından ele geçirilmiş tehlikeli
yaratıklar" olduğuna inanılır, tedavi yerine cezalandırılır, hattâ bazen
diri diri yakılırlardı. Osmanlı’da
mecnunlar, meczuplar, divaneler, yani akıl hastaları günlük hayatın dışına
hiçbir zaman atılmadılar, daha da önemlisi toplum içerisinde kalmalarına özen
gösterilerek hayatı zenginleştirici bir unsur olmalarına özen gösterildi.
1243 Sivas Divriği Ulu Camii ve Daruşşifa’sı,
Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'da
1470'te yaptırdığı Fatih Darüşşifası'nı, yani akıl hastahanesini "70
odası, 80 kubbesi ve 200 hademesi olan bu akıl hastanesinde gelen her hastaya
bakılır ve hastalığına uygun ilaçlar verilir.
Bayezid Külliyesi, Edirne'de
tarihi külliye. İkinci başkent konumundaki Edirne'yi darüşşifaya
kavuşturmak amacıyla Sultan II. Bayezid tarafından 1484-1488 yıllarında
Mimar Hayreddin'e yaptırılmıştır. Külliye Edirne şehir
merkezine 2 km uzaklıkta Tunca Nehri kıyısında yer alır.
4. İslam’ın Kadına Bakışı
SORU: İslâm, kadına niçin hak
vermiyor? Erkeğin yanında niçin ikinci sınıf muamelesi görüyor? İkisinin eşit
olması lazım değil miydi?
CEVAP: Bütün bu soruları İslâmiyet
hakkında bilgisi olmayanlar soruyor. İslâmiyet'i bir öğrenseler hayretlerinden
akılları duracak ve sormayacaklar. İslâmiyet değil kadını korumamak (hak
vermemek) hayvanları dahi korumuş, onlara ağır yük vurmak ve aç bırakmak
suretiyle eziyet eden kimselere dünya ve ahirette ceza vermiştir. Hayvanın
hakkını veren İslâmiyet'in kadına verdiği haklara geçmeden, dünyanın ve
yüzelli, ikiyüz sene öncesine kadar Avrupa'nın kadına bakış açısına bir
bakalım.
İslâmiyet'in geldiği çağda kadın, yeryüzündeki hemen bütün
milletlerde aşağılık bir mahlûk olarak kabul ediliyor, zelil, hakir ve esir bir
durumda bulunuyordu. Eski Hint hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer
muamelelerde hiçbir hakka sahip değildi. Kadının murdar temayüllere, zayıf
karaktere ve kötü bir ahlaka sahip olduğu kabul ediliyordu. Budizm'in kurucusu Buda,
önceleri kadınları dinine kabul etmiyordu. Nihayet birçok tereddütten sonra
kadınları dinine kabul etmiş fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli
olduğunu söylemiştir.
Yunan ve Roma'da kadın, hiçbir şahsiyete ve hakka sahip değildi.
Eflatun'a göre, kadın, orta malı gibi elden ele gezmeli imiş. Çinliler'de
kadın, insan sayılmaz, ona isim bile takılmazmış. İngiltere'de, milattan sonra
beşinci asırdan, onbirinci asra kadar, kocalar, kadınlarını satabilirlerdi. İlk
günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini hazırlayanın
bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hristiyan milletler,
kadına daim bir "Şeytan" nazarı ile bakmışlardır. İngiltere'de kadın,
murdar bir mahlûk sayıldığından İncil'e el süremezdi. Bu vaziyet ancak
Kral VIII. Hanri'nin (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona
erdi. Bu karara göre kadınlar, İncil okuyabileceklerdi.
Vaktiyle Avrupa'da alimler ve filozoflar, kadın hakkında şöyle
münakaşa ediyorlardı: Kadının ruhu var mıdır? Yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır?
Eğer ruhu varsa, acaba o insan ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur? Onun
ruhunun insan ruhu farz edildiği taktirde, o zaman onun erkeğe nisbetle insanî
ve içtimaî durumu kölenin durumu gibi midir, yoksa o köleden biraz daha yüksek
bir yaratık mıdır?
Kadını, asırlardır tokatlamaktan yorulmayan zalim elleri, İslâm
havada yakaladı. Bütün mazlumlarla birlikte kadını da kurtardı. Onun asırlardır
örselenen narin vücudunu, iffetin timsalidir diye nadide kumaşlara sardı. Gözü
paradan puldan başka bir şey görmeyen, daima bunun için birbirini yiyen
erkeklerin elindeki altınları, mücevherleri aldı, kadınlara taktı. Zalim
ellerin tutup sürüklediği saçları tüllere bürüdü. Bundan sonra da erkeklere; "Kadınlarla güzel geçinin" buyurdu. Resul-ü Ekrem (s.a.v) de:
"Sizin en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır" buyurdu.
1 — Kadının insan olduğunu bile
düşünmek istemeyen bazı frenkler, onun hayvan mı, yoksa şeytan mı olduğunu
münakaşa ederlerken, İslâm dini gerçeği bunlara şöyle anlattı: "Ey
insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. "Hucurat
13"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini vareden ve
ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten
sakının."Nisa
2 — Budizm dininin
kurucusu Buda, kadını kendi dinine kabul edip etmemekte tereddüt ederken,
Avrupa'da ve bazı memleketlerde kadının bir dini olabileceğini akıllarına
sığdıramayan dindarlar, bu zavallıların mukaddes kitaplara dokunmasını ve okumasını
resmen yasaklarken, İslâm dini emirlerini tebliğde kadın-erkek ayrımı
göstermedi. "Mümin erkekler, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler"
gibi ifadelerle onları dinî bakımdan müsavi tuttu. İslâm dinine ilk giren
Peygamberimizin hanımı Hatice validemizdi. İslâm'ın ulu kitabı Kur'an-ı Kerim,
resmen bir kitapta toplanınca, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya teslim edildi.
Hz. Ebubekir'in hilafetinden Hz. Osman'ın hilafetine kadar yıllarca onun
yanında kaldı. Kadınların ruhu olup olmadığı da, eskilerin bir problemiydi.
Ruhu varsa, acaba kadındaki insan ruhu muydu, yoksa hayvan ruhu muydu? Kadının
da bir dini olabileceğini kabul etmek buna bağlıydı. İslâm, ruhî ve dinî
bakımdan kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığını şu ilahî fermanlarla
ilan etti:
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ
مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقٖيراً "Erkek veya kadın, mümin
olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler. Kendilerine
zerre kadar zulmedilmez." Nisa 124 مَنْ عَمِلَ
صَالِحاً مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً
طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ "Kadın,
erkek kim inanmış olarak iyi iş yaparsa, ona hoş bir hayat yaşatacağız.
Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." Nahl 97
"Rab'leri dualarını kabul etti.
5. Sivas Divriği Ulu Camii ve Dâruşşifası –Emanet Sandığı
Caminin iç kısmında, cennet kapısının arka yüzünde tek parça taştan
oyulmuş iki adet emanet sandığı bulunmaktadır. İnsanlar bir yere
giderken değerli eşyalarını ve ziynetlerini emanet sandığına bırakırlar
döndüklerinde ise bıraktıkları gibi bulurlardı. Bununla beraber bir de sadaka
taşı bulunmaktadır. Hayırseverler sadakalarını bu taşın içine bırakır, ihtiyaç
sahipleri de içinden ihtiyacı kadarını alırdı. Bu uygulama, “Bir elin verdiğini
öbür elin bilmemesi” olarak ifade edilen, yoksulun incitilmemesi ve onurunun
korunmasını esas alan bir duyarlılığın yansımasıdır.
6. SADAKA TAŞI
Tepeleri dikdörtgen veya taşına göre yuvarlak, 10-15 cm.
derinliğinde oyuktu. Yardımlar bu oyuğa konulurdu. Sadaka veren ve alanlar
kollarını uzatarak sadaka taşındaki oyuğa ulaşırlar böylece kimin sadaka
verdiği, kimin sadaka aldığı belli olmaz, genellikle akşam saatleri tercih edilirdi.
17. yüzyılda İstanbul'a gelmiş olan bir Fransız seyyah bu taşlardan
birinin başında bir hafta beklemesine rağmen bırakılan yardımları almak için
kimsenin uğramadığını yazmıştır.
Paraya olan ihtiyaca sınır koyma imkânı çok zordur. Böyle bir
durumda ihtiyaç sahibi bir fakirin, Sadaka Taşı’ndan ancak kendisine lâzım
olduğu kadar bir parayı alıp geri kalanına el sürmemesi, böyle bir hayır
anlayışını ve müessesesini istismar etmemesi, hakikaten bugünün mantığıyla izah
edilebilir bir durum değildir. Nerdeyse insan tabiatıyla ters düşen bu mantık
dışı hareket, bir Fransız seyyahının olayı yerinde gözlemlemesine sebep olmuş,
zenginin hassasiyeti yanında fakir kişinin de ne kadar kanaatkâr ve gönül
zengini olduğu bir yabancı tespitiyle gözler önüne serilmiştir. 17.
Yüzyılda Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’da bulunan Fransız seyyah,
sadaka taşlarını merak eder ve halka sorar. Halktan aldığı cevap üzerine
şaşırır, şaşırmakla da kalmaz inanmakta zorlanır. Bir sadaka taşını tam bir
hafta boyunca takip eder. Gerçekten de insanlar taşın üzerindeki oyuğa para
bırakmaktadırlar ve kimin ne kadar bıraktığı da belli değildir. Ancak seyyahı
asıl şaşırtan gariplik; bir hafta boyunca sadaka taşına para koyanları gördüğü
halde para alana hiç denk gelmemesidir. Sadaka taşının üzeri para dolu olduğu
halde gelip geçenler ihtiyaçları olmadığı için dönüp bakmazlar bile…
Memleketine döndüğünde bu hatırasını ve hayranlığını hayret belirterek yazar.
7. İSVİÇRENİN KÖLE ÇOCUKLARI
İsviçre’de 1970 yılına kadar pek çok yetim ve fakir aile çocukları,
çiftliklerde ve bakıcı ailelerin yanında köle gibi çalıştırılmıştır. Özellikle
de fakir aileler çocuklarını vermek zorunda kalırdı. İslam dininde 14
asır önce 600 lü yıllarda inen ayette Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime
ve esire yedirirler. (İnsan -8) buyurularak fakir insanların
gözetilmesi, yetime kol kanat gerilmesi öğütleniyordu. Sevgili Peygamberimiz “Bir
yetimi himaye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.”; "Bir
kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere
evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu
mutlaka cennete koyar". (Tirmizî, Birr 14.) tarzındaki birçok
hadisinde yetime yardım etmeyi teşvik etmiştir.
Avrupa’da çocuklar köle olarak çalıştırılırken 810 yılında doğan
İmam Buhari 11 yaşında hocasının hatasını tespit edecek kadar ilim öğrendiği, On
altı yaşına geldiği zaman İbnü’l-Mübârek ve Vekî‘ b. Cerrâh’ın kitaplarını
tamamen ezberlediği bilinmektedir. İslam tarihinde çocuklar her
zaman okumaya teşvik edilmiştir.
8. İNSAN HAYVANAT BAHÇELERİ AVRUPANIN KARANLIK TARİHİ
1870’li
yıllarda, İnsan Hayvanat Bahçeleri çok meşhur oldu. Amerika’nın ve Avrupa’nın
dört bir yanında, insan şovlarının düzenlendiği insan hayvanat bahçelerini, yüz
binlerce insan ziyaret etti.
1899 yılında,
Paris’te ilki düzenlenen Dünya fuarında, insan hayvanat bahçesi de bulunuyordu.
İnsanlar genellikle kafes ya da çitlerle kapatılmış alanlarda sergileniyordu.
Afrika ve Amerika’dan getirilen insancıklar, özgün kıyafetleri ile bazen de
çıplak olarak sergileniyordu.
"Vahşi insanlar, ilkeller, insana benziyorlar, insanoğluna en
yakın varlık galiba" diye tasnif ediliyorlardı. Hayvanat bahçelerinde,
fuarlarda, sergi alanlarında teşir edilmek için binlerce insan kadın, erkek,
çocuk Afrika'dan gemilerle Avrupa ve Amerika'ya taşındı. Belçika, Hollanda,
İspanya, Macaristan, Almanya, İsveç, İtalya, ABD'de, bir değil pekçok kentinde
1870'lerden 1960'lara kadar var oldu. İnsanlar nadir hayvanlarmış gibi
seçiliyorlardı, kimilerini kafeste teşhir ettiler. Fuar alanının dışındaki
levhada "Lütfen yiyecek vermeyin daha önce beslendiler" yazılıydı.
Çoğunun üzerindekiler çıkarılıyordu, göğüsleri açıktaydı. Bazıları intihar
etti, bazıları ise teşhir edilirken öldü. Ölen de sergilendi. Aynı dönemlerde
bazı bilim adamlarının görüşleri de aktarılıyordu: "Haftalardır bunların
üzerinde çalışıyoruz, bunların aklı aşırı derecede geri. Fevkalede saldırganlar
ve hiçbir hisleri yok. İnsana en yakın vahşi örneği denebilir"
1889’da Paris’teki Dünya Fuarı'ndakini 18 milyon insan ziyaret
etti. 400 Aborjin ve Afrikalı yarı çıplak şekilde kafeslere kapatılıp büyük
kalabalıkların önüne çıkarıldılar. 1931'de Paris'te, Eiffel'in altında
açılan İnsan Hayvanat Bahçesi'ni milyon kişi gezdi. İnsan Hayvanat
Bahçelerinin sonuncusu, 1958 yılına Belçika’da kapanmıştır.