Soru 1. İslam’ın ilk emri oku olmuştur. Peki bu emrin hikmeti
nedir?
Soru 2. ilim öğrenmeye teşvik eden ayet ve hadislere değinelim.
Soru 3. İslam madem okumayı emrediyor, Müslümanlar neden geri
kaldı?
Soru 1. İslam’ın ilk emri oku olmuştur. Peki bu emrin hikmeti
nedir?
Sevgili Peygamberimiz, Hz. Cebrâil’den Alak suresinin ilk beş
ayetiyle ilk vahyi almıştır. İlk emir “ikra’” yani “oku” olmuştur. Aklı izole
eden ve ilmi faaliyetleri yasaklayan dinlerin tutumuna karşı İslam vahyinin
“oku” emri ile başlaması anlamlıdır. Daha sonra peyderpey inen ayetler “oku”
emrinin ayrıntılarına yer vermiş ve ilim kökünden türeyen kelimeler yaklaşık
olarak 750 yerde geçmiş, düşünmenin farklı formları ile ilgili de birçok ayet
gelmiştir.
Kur’an-ı Hâkim’de ilk vahiy “İkra/Oku” diye başlar. Şuarâ suresinde
diğer peygamberler anlatılırken onların hayatında, onların iman, ilim, hareket
mecralarında ilk duyulan ilahî buyruğun فَاتَّقُوا اللّٰهَ “Artık Allah’a karşı
gelmekten sakının” ayeti olduğunu görmekteyiz. Cenab-ı Hakk diğer
peygamberlerin muhataplarını kulluğa davet etmektedir. Aslında putperest olan Mekke’de
de böyle bir hitap, böyle bir ayetle giriş bekliyorsunuz fakat öyle olmuyor. Belâzürî’nin
Futûhu’l-buldân adlı eserinde geçtiğine göre Mekke’de 17 ev kalemle tanışmış, yani 17 evde insanlar okuma
yazma biliyor. Okur yazarlığın bu kadar az olmasına rağmen Mekke’ye, Hazreti
Muhammed aleyhisselam’a gelen Kur’ân’ın ilk ayeti “İkra/Oku”… Ümmî bir
peygambere ötelerden Allah’ın ayetleri geliyor ve “İkra” diye başlıyor; Oku!.. Peki
bu emrin hikmeti nedir?
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de
insanoğluna ilk emri; “اِقْرَأْ / Oku!”
olmuştur. Kâinattaki her varlık ve her hâdise, ârif gönüller için okunup
anlaşılması gereken bir hikmet dersidir. Kullukta asıl mesele de “Yaratan
Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsi
muktezâsınca, bu okuma istîdâdını kazanabilmektir. Esas tahsil budur. Yani her
şeyde ilâhî hikmetleri okuyabilme meziyetini elde edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat da gönül
gözüyle okunmalıdır.
Kâinat, hikmet ve hakîkatlerin bir nevî zarfı hükmündedir. Kâmil ve ârif bir
mü’minin vazifesi, bu zarfları açarak mazrûfu, yani içindeki ilâhî mesajları,
sır ve hikmetleri okuyup lâyıkıyla idrâk edebilmektir.
اِنَّ فِي السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنٖينَؕ ﴿٣﴾
وَفٖي خَلْقِكُمْ وَمَا
يَبُثُّ مِنْ دَٓابَّةٍ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَۙ ﴿٤﴾
وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ
وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ رِزْقٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ
بَعْدَ مَوْتِهَا وَتَصْرٖيفِ الرِّيَاحِ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٥﴾
“Şüphesiz göklerde ve yerde
mü’minler için birçok âyetler vardır. (Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren
nice deliller vardır.)
Sizin yaratılışınızda ve Allâh’ın muhtelif
canlıları yeryüzüne yaymasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler
vardır. (Allah'ın kudret ve vahdaniyyetine delâlet eden ibret ve alâmetler
var.)
Gecenin
ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu
rızıkta (yağmurda) ve yeri ölümünden sonra onunla diriltmesinde,
rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler
vardır.” (el-Câsiye, 3-5)
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَاَلْقٰى فِي
الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَمٖيدَ بِكُمْ وَبَثَّ فٖيهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍؕ
وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَنْبَتْنَا فٖيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ
كَرٖيمٍ
O,
gökleri görebileceğiniz herhangi bir destek olmadan (duracak şekilde) yarattı,
sizi dengede tutması için yere sağlam dağlar yerleştirdi, orada her türlü
canlının çoğalmasını sağladı. Biz, gökten su indirip (bununla) yeryüzünde her
türden faydalı bitkiler bitirdik. (Lokman. 10)
Buna benzer pek çok âyet-i
kerîmede de Rabbimiz;
-Mahlûkâta dikkat çekerek; “Onlar
deveye bakmazlar mı?” اَفَلَا يَنْظُرُونَ اِلَى الْاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ۠
Evrendeki her şey Allah’ın kudretini göstermekle birlikte Kur’an’ın ilk
muhataplarının en çok sevdikleri ve sahip olmak istedikleri mal deve olduğu
için önce onun yaratılışına dikkatleri çekilerek ibret almaları istenmektedir.
Dayanıklılığı, binme kolaylığı, taşıma gücü; etinden, sütünden ve yününden
istifade edilmesi gibi özellikleri deveyi çöl ortasında yaşayan insanlar için
vazgeçilmez bir değer haline getirmiştir. Kuşkusuz burada Kur’an’ın ilk
muhatapları olan Araplar için taşıdığı büyük önemden dolayı deveden söz edilmiş
ve gönül gözüyle bakmaları istenmiştir.
-Coğrafî hâdiselere dikkat
çekerek; “Buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda
dirilmesine bakmazlar mı?”,
-Tarihe dikkat çekerek; “Geçmiş
kavimlerin âkıbetlerine bakmazlar mı?” buyurmak sûretiyle bu dâvetini
tekrarlamaktadır. اَوَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emrindeki bir diğer hikmet ise,
bilgi Allah’ın bir ihsanı olduğu için zulüm aracına dönüştürülmemelidir.
Yaratanın adı ile ya da O’nun adına okumanın işaret ettiği anlamlardan birisi
budur. Allah merhamet sahibidir ve koyduğu kanunların keşfedilip maddeye
uygulanarak elde edilen teknolojik araçların Allah’ın kullarına zulme dönüşmesi
nimetin kıymetini takdir etmemek anlamına gelen nankörlüktür. Tıp okuyup
insanlara fayda sağlamak yerine organ mafyasına hizmet etmek, gıdanın
genetiğini değiştirerek insanlara zehir yedirmek bir okumayı, ilim sahibi
olmayı gerektirir; ancak bu okuma yaratanın adı ile bir okuma değildir.
Soru 2. ilim öğrenmeye teşvik eden ayet ve hadisler
Kur’ân ve sünnette ilmin faziletini vurgulayan ve ilim
öğrenmeye teşvik eden pek çok âyet ve hadis bulunmaktadır. İslam âlimleri,
özellikle de hadis ehli tarihî süreçte bu ilâhî teşvikler doğrultusunda hareket
etmiş ve ilim uğruna nice zahmetli yolculuklara katlanmışlardır. İslâm’da ilim
ve ilim öğrenme faaliyeti, insanlığı, inkâr cehâletinin karanlıklarından ilme
dayalı iman ve hidâyetin aydınlığına çıkarmayı gaye edinen Kur’ân’ın “oku”
emriyle başlar.
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ
عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫نٖي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ
كُنْتُمْ صَادِقٖينَ
Kur’ân’ın beyanına göre Hz. Âdem, Allah katındaki
seçkinliğini ve meleklere karşı imtiyazını eşyanın isimleri hakkındaki
bilgisiyle elde etmiştir. (el-Bakara 2/30-33.)
وَقُلْ رَبِّ زِدْنٖي عِلْماً "De ki: Ey
Rabbim! İlmimi artır.” Tâhâ sûresi (20), 114. Cenâb-ı Hak, Peygamber
Efendimiz'e ilmin dışında herhangi bir şeyi kendisine artırması için dua
etmesini emretmemiştir. Çünkü ilim bitip tükenmeyen bir hazinedir. Sadece
sahibine değil başka insanlara ve hatta bütün canlılara da fayda verir. Hak ile
bâtılı ayırmanın en önemli vasıtası ilimdir. İlmin artması insana bir yük
değil, tam aksine onu yücelten bir fazilettir. İnsanın ilmi ve bilgisi arttıkça
tevâzuu da artar; kişi birtakım kuruntulardan kurtulur; gerçeği anlar ve iyi
bir insan olmaya elinden geldiğince özen gösterir. İlmin zıddı olan cehâlet,
bilgisizlik ise şiddetle kınanır.
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذٖينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذٖينَ لَا
يَعْلَمُونَؕ “De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Zümer sûresi (39), 9. Allah Teâlâ bu
âyet-i kerîmede ilmi övmekte, kıymetini ve üstünlüğünü bize açıklamakta,
cehâleti ise yermekte, onun bir noksanlık, bir eksiklik olduğunu haber
vermektedir. Âlim kişi Allah'a karşı itaatkâr olur; câhil isyankârdır. Bu ikisi
birbirinin zıddı olup itaat fazilet, isyân ise düşüklük ve ahmaklıktır.
Cehâletin her çeşidi dinimizde reddedilmiş ve kınanmıştır.
اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اؕ Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler,
Allah’tan gerektiği gibi korkarlar. (derin
saygı duyarlar.) Fâtır sûresi (35), 28.
لا حسد إلا في اثنتين: رجل آتاه
الله مالا فسلطه على هلكته في الحق، ورجل آتاه الله حكمة فهو يقضي بها ويعلمها
Abdullah İbni Mes'ûd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Yalnız şu iki kimseye gıbta
edilir: Allah'ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen
kimse; Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu
başkalarına da öğreten kimse." Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ'tisâm
13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 24; İbni Mâce,
Zühd 2
Hadislerde de ilim öğrenmeye teşvik bağlamında Hz.
Peygamber, Allah’ın kendisine lütfettiği ilim gereğince amel eden ve onu başkalarına
öğreten kimsenin gıpta edilmeye değer iki sınıf insandan biri olduğunu beyan
etmiştir. (el-Buhârî, “İlim”, 15; Müslim “Müsâfirîn”, 268.)
فو الله لأَنْ يَهْدِيَ اللَّهُ بِكَ رَجُلا وَاحِدًا،
خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمُرِ النَّعَم متفقٌ عليهِ .
أنَّ النَّبيَّ ﷺ قَالَ لِعَليًّ،
Sehl İbni Sa'd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem Ali radıyallahu anh'a şöyle dedi: "Allah'a
yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk'ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete
kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip
olmandan daha hayırlıdır." Buhârî, Fezâilü'l-ashâb 9, Meğâzî 38; Müslim,
Fezâilü's-sahâbe 34
ومَنْ سلَك طرِيقاً يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْماً ، سهَّلَ
اللَّه لَهُ بِهِ طَرِيقاً إلى الجَنَّةِ » رواهُ مسلمٌ
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim ilim tahsil etmek için bir
yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır." Müslim, Zikr
39. Ayrıca bk. Buhârî, İlim 10; Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, Kur'ân 10, İlim 19;
İbni Mâce, Mukaddime 17.
إِذَا
مَاتَ ابنُ آدم انْقَطَعَ عَنْهُ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلَاثٍ: صَدَقَةٍ
جَارِيَةٍ، أو عِلْمٍ يُنْتَفَعُ بِهِ، أَوْ وَلَدٍ صَالِحٍ يَدْعُو لَهُ. رَوَاهُ مُسْلِمٌ.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "İnsanoğlu öldüğü zaman bütün
amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye,
istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat." Müslim, Vasiyyet
14. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vasâya 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8
Sevabı devamlı olan ikinci sâlih amel, kendisinden insanların
sürekli faydalandığı ilimdir. İnsanın öğrendiği ilmi, elde ettiği bilgiyi
başkalarına öğretmesi en büyük hayırlardan biridir. Bunun çeşitli yolları ve
şekilleri vardır. Talebe yetiştirmek, kendi ilmini ve bilgisini onlara öğretmek
en önemlisidir. Bunun yanında kitap yazmak ve yayınlamak, günümüzün modern
imkânlarından faydalanarak disketlere aktarmak, kasete ve filme almak, onların
muhafaza edildiği ilmî araştırma merkezleri kurmak, konferanslar ve seminerler
vermek, kısaca ilmini ve bilgisini kendisinden sonraki nesillere bir şekilde aktarmak,
kişinin amel defterinin kapanmamasına ve sevabının devamlı olmasına vesile
teşkil eder.
مَنْ سَلَكَ طَرِيقًا يَبْتَغِي فِيهِ
عِلْمًا سَلَكَ اللهُ بِهِ طَرِيقًا إِلَى الْجَنَّةِ، وَإِنَّ الْمَلَائِكَةَ
لَتَضَعُ أَجْنِحَتَهَا رِضًى لِطَالِبِ الْعِلْمِ، وَإِنَّ الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ
لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ، حَتَّى الْحِيتَانُ فِي الْمَاءِ،
وَفَضْلُ الْعَالِمِ عَلَى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ عَلَى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ،
إِنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ، إِنَّ الْأَنْبِيَاءَ لَمْ يُوَرِّثُوا
دِينَارًا وَلَا دِرْهَمًا، إِنَّمَا وَرَّثُوا الْعِلْمَ، فَمَنْ أَخَذَ بِهِ أَخَذَ
بِحَظٍّ وَافِرٍ
Ebü'd-Derdâ radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim: "Bir kimse, ilim elde etmek
arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.
Muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen
kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun
içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah'tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide
karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki
âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras
bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve
kısmet almış olur." Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19. Ayrıca bk.
Buhârî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 17
Özetle Hadislerde
de ilim öğrenmeye teşvik bağlamında Hz. Peygamber, Allah’ın kendisine lütfettiği
ilim gereğince amel eden ve onu başkalarına öğreten kimsenin gıpta edilmeye
değer iki sınıf insandan biri olduğunu beyan etmiştir. (el-Buhârî, “İlim”, 15;
Müslim “Müsâfirîn”, 268.) Bu çerçevede Hz. Peygamber ilim uğruna yola çıkan
kimsenin peygamber vârisi olmaya namzet biri olarak Allah yolunda olduğunu
(et-Tirmizî, “İlim”, 2.) bu itibarla meleklerin kanatları altında himâye
edildiğini (Ebû Dâvûd “İlim”, 1.) ve nihayet cennete giden yolun da ilimden
geçtiğini müjdeler. (Buhârî, “İlim”, 10.) Bu ilahi teşviklerin bir gereği
olarak ve vaat edilen müjdelere kavuşmak arzusuyla âlimler, ilim tahsiline
büyük bir önem vermiş, bu uğurda nice zorluklara ve meşakkatli yolculuklara
tahammül ve sabır göstermişlerdir. (Rihle seyahatleri)
Soru 3. İslam madem okumayı emrediyor, Müslümanlar neden geri kaldı?
Müslüman ülkelerin geri kalmışlığının
nedeni İslam dini midir? Avrupa ilim fen ve teknolojide ileri giderken biz
İslam dininin emirlerine sıkı sıkıya yapıştığımız için mi geri kaldık? İslam
bize durun ilerlemeyin, gelişmeyin dedi de biz bu sebeple mi geri kaldık? İslam
bizi geri bıraktıysa biz İslam’ın hangi emrinden dolayı geri kaldık?
Enfal suresi 60. ayet tek başına bu
soruya cevap vermek için yeterlidir.
وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ قُوَّةٍ
“Yüce Allah, “Ey mü’minler!
Düşmanlarınıza karşı bütün imkânlarınızı seferber ederek kuvvet hazırlayın.”
buyurmaktadır. Bu ayetin günümüze yansıyan anlamı o zamanın kılıç ve okları,
bugünün top, tüfeği. O zamanın atları bugünün tankları, uçakları, f 16 ları,
ihaları, sihaları, savaş gemileri, teknoloji yazılımları vs. İslam geri
kalmamızı istemiş olsa bu ayet, bütün imkânlarımızla en iyi, en ileri seviyede
olmamızı bizden ister miydi?
·
Dünya
ticaret yollarının değişmesi ekonomik olarak Müslüman ülkeleri etkilemiştir.
Ülkelerin zenginliği ticarettedir. Bu konu üzerinde çok şey yazılıp
çizilmiştir. Ancak biz farklı açıdan konuyu değerlendirmek istemekteyiz.
Namaz kılan Müslümana içki iç desen
haram der. İçki haram olduğu kadar, gıybet de haramdır. İslam sosyal çevrede
yaşanan bir dindir. İslam dini sosyal hayatı düzenleyen
ilkeleriyle güvenilir insanlardan oluşan bir toplum meydana getirmek ister.
Toplumda emniyet ve huzurun sağlanması için bireylerin sorumluluklarını yerine
getirmesi gerekir. Sorumluluklar yerine getirilmediğinde toplumda güven duygusu
ortadan kalkar. Birbirine güvenmeyen insanların barış içinde yaşamaları mümkün
değildir. İslam, Müslümanları kardeş
olarak tarif etmiş birbirinin derdiyle dertlenmeyeni hakiki Mümin saymamıştır.
Abdullah b. Abbas(r.a)’dan rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: “Yanı başındaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun)
mü’min değildir.”
Müslüman diğergam olmalıdır. Kardeşini
kendisine tercih etmelidir. Falanca kardeşim benden daha açtır diyerek ihtiyacı
olduğu halde yemeğini komşusuna gönderecek kadar yüce gönüllü olmalıdır.
İslam düzgün yaşandığında ihtiyaç
sahibi insan kalmayacaktır. İslam tembelliğe karşıdır. Çalışmayı, alın
teriyle kazanmayı, veren el olmayı teşvik eder. Çevreyi kirletmemeyi, karıncayı
dahi incitmemeyi emreder. Ashabı kiram sevgili Peygamberimizin yaşantısını
örnek aldılar. Bizlere çalışmayı, paylaşmayı, ilim elde etmek için uzun
yolculukları rihle yapmayı yaşayarak gösterdiler. Onları örnek alan
Müslümanlar Dârul Hikmeleri, dâru’l-ilimleri kurdu. Makrîzî’nin, İslâm
ülkelerinde büyüklük ve zenginlik bakımından bir benzerinin bulunmadığını
söylediği bu kütüphanede başlangıçta kitap sayısı 1 milyondu. Matbaanın
olmadığı bir dönemde bu kadar kitap sayısı ilme ve bilme o zamanda verilen
değeri bizlere göstermektedir.
Fuat Sezgin der ki Batı Uygarlığı Gelişimini İslam Medeniyetine
Borçludur. Günümüzün dünya bilim tarihi anlayışında, Batının, karanlık bir Orta
Çağ döneminden sonra eski Yunan uygarlığında yatan kökenlerinin ayrımına
vararak, Rönesans, Aydınlanma ve Bilim Devrimi gibi açılımları kapsayan bir
süreç üzerinden çağımızın kendisiyle özdeşleşen uygarlığını ve bilimini
geliştirdiği görüşü genel bir kabul görmektedir. Eski Çağ ile Yakın Çağlar
arasındaki yaklaşık 1000 yıllık boşluk bu bağlamda yeterince irdelenmemekte,
Batı biliminin bir yerde eski Yunan uygarlığının küllerinden yeniden doğarak
gelişme sürecine girmiş olduğu düşüncesi bir açık gerçek olarak yalnızca Batı
dünyasında değil onun dışında kalan coğrafyada da yaygın biçimde
benimsenmektedir. Batı medeniyetinin alt yapısını hazırlayan İslam medeniyeti
ve İslam bilginleri, ne hazindir ki uzun bir zaman söz konusu bile edilmemiş ve
hatta unutulmuştur. Nitekim Dr. Hunke, bu konudaki haksızlığı şöyle dile
getirir: “Şu kadarı var ki, Müslümanlar’ın öncülük ettikleri şeylerden
mesela; Arap rakamları, cebir, usturlap gibi şeylerden hemen hemen hiçbirinin
İslami patent hakkı, Batı’da tanınmamıştır. Aksine birçok Müslüman icadı,
günümüzde İngiliz, Fransız veya Alman malı sayılmaktadır. Batı medeniyeti ve
bugünkü modern bilim ve teknoloji; temellerini-gelişimini, İslam bilim ve
medeniyetine borçludur. Batı’nın bunu örtme ve bilimini Eski Yunan’a indirgeme
çabaları, İslam’a karşı Batı’nın tarihsel bilinçaltı düşmanlığının bir
yansımasıdır. Bugün, bu örtme-saptırma çabaları ortaya çıkmış ve güneş balçıkla
sıvanamaz olmuştur. Ancak, kendi tarihinden dininden habersiz genç nesiller,
maalesef içerden yapılan yanıltıcı-yönlendirici propagandalarla boşluğa
yuvarlanmış; Batı’nın cazibesine kapılarak adeta kaybolmuştur. Kendi mirasına
sahip çıkarak geliştiremeyen; onu yeni nesillere aktaramayan İslam referanslı
topluluklar, bu hatalarının bedellerini, ağır bir şekilde ödemiş ve ödemeye
devam edeceklerdir. (Fuat Sezgin, İslam'da Bilim ve Teknik, s.9) Prof. Fuat Sezgin, İslam
Uygarlığındaki bilimsel araştırma ve buluşların 15 yüzyıla kadar devam ettiğini
belirtir. Prof. Sezgin’e göre İslam dünyasında tekonolojik buluşlar bireysel
çalışmalarla ilim adamları 16. yüzyıla kadar bilimsel eserler vermiştir, fakat
bunların yayılıp gelişmesinden Müslümanlar değil Batı’lılar faydalanmıştır.
Patras vakasında asılan petrus gregorius Rus Çarına bir mektup bırakıyor. Müslümanları yenmenin yegâne yolu
Müslüman görünümlü din adamları yetiştirerek onlardanmış gibi görünerek bize
hizmet etmelerini sağlamaktır, diyor. Mors alfabesini yapan mucid telgraflı
sistemini Sultan Abdulmecid (tanzimat padişahı) Hana gösteriyor. İhtira beratı
hazırlanıp kese kese altınlar veriliyor. İstanbul – Edirne arasında hat
çekmeleri istenir. Bu şahıslar çalışmayı hazırlıyorlar ancak ilgili şahıslar
padişahın huzuruna çıkartılmıyorlar. Bizden görünümlü batıya hizmet eden
hainler tarafından teknolojik hamlelerin engellendiği de bir geçektir.
Salih Uyan Bey’in “Başarı, ciddiyete mahkûmdur.” isimli bir yazısı
var.
Yaklaşık on yıl önce bir fuar
programı için İngiltere’ye gitmiştik. Bu ziyaret sırasında, İngiltere’nin en
başarılı birkaç okulunu görmek istedik. İngiliz bir eğitimci bize Eton
College (İdin kalıç) ve The Abbey School’u (Ebi sıkul) ziyaret etmemizi
tavsiye etti.
İlk önce Eton College’a (idin
kalıç) gittik. 1441 yılında Kral VI. Henry
tarafından kurulan okulda sadece erkek öğrenciler vardı. Ve hepsi yatılı
okuyordu.
Okula girerken, çimenlere uzanmış
geyik yapan veya gitar çalan gençler göreceğimi zannetmiştim. Çünkü yurt dışı
eğitim firmalarının gönderdiği broşürlerde hep böyle manzaralar görmüştüm. Ama
okula girdiğimizde hiç böyle bir ortamla karşılaşmadık.
Öğrenciler asker gibiydi.
Teneffüs saatinde bile alçak bir ses tonuyla konuşarak etrafta geziniyorlardı.
Hepsinin yüzünde büyük bir ciddiyet vardı.
Okulu gezdiren yetkili, bu okulun
mezunları arasında birçok başbakan, aristokrat ve bilim adamı olduğunu söyledi.
Okul koridorlarından geçerken ses çıkarmamak için büyük gayret sarf ettik. Ve
hep fısıltıyla konuştuk.
Okul müdürüne bir ders gözlemi
yapmak istediğimizi söyledim. Adam çok net bir şekilde itiraz edip, “Dersleri
bölemeyiz” dedi. “Hayırdır, içeride atomu mu parçalıyorlar?” diyecektim
ama demedim.
Daha sonra Abbey School’a (ebi
sıkul) gittik. Bu okul da 1887 yılında kurulmuş bir kız lisesiydi.
Ortam yine benzerdi. Okulun geneline büyük bir ciddiyet hâkimdi. Kütüphanede
onlarca kız hiç konuşmadan ders çalışıyorlardı. Okul müdürü ülke genelinde not
ortalaması en yüksek öğrencilerin o okuldan çıktığını büyük bir gururla
anlattı. Bu okulda da sınıflara giremedik.
Okul müdürüne, “İngiltere
eğitim broşürlerinde, hep bir parti havası var. Ama burada hiç öyle bir ortam
yok” dedim gülerek.
Kadın, “O
broşürler genelde yabancı öğrenciler için hazırlanıyor. Dışarıdan gelen
öğrenciler öyle bir ortam istiyorlar demek ki” dedi. Sonra
da “Biz
bu okullara zaten pek yabancı öğrenci almıyoruz. Burası Birleşik Krallığın
geleceğine önemli insanlar yetiştirmek için var” diye de
ekledi. Canım sıkıldı.
Sonraki yıllarda Güney Kore’de,
Amerika’da, Almanya’da ve İspanya’da okul ziyaretlerimiz oldu. Ülke çapında
başarılı olan okullarda yine benzer bir ciddiyet hâkimdi.
Bu okul gezilerinde şunu çok iyi
anladım. Gençlere kendi ülkelerinin geleceğiyle ilgili bir misyon yüklemediğiniz
zaman, gereksiz ne var ne yok yükleniyorlar. Hatta gereken şuur verilmediği
zaman, öğrenci bilgiyi de bir yük olarak taşıyor.
Hâl böyle olunca öğrenilen
bilgiler insanı bir adım öteye taşıyamıyor.