İÇİNDEKİLER
1.Nübüvvet konusunda Maturidi ve Eşari farkını anlatınız.
2. Teklifi ma la yutak konusunu Maturidi ve Eşariye göre
açıklayınız.
3. Haram rızık mıdır? Mezheplere göre anlatınız.
4. Şeriat gelmeden önce iyilik ve kötülük meselesini (husün-kubuh)
Mutezile, Eşariye, Maturidiye ve Cebriyeye göre anlatınız.
5. Salah – Aslah konusunu mezheplere göre anlatınız.
6. Ecel konusunu mezheplere göre değerlendiriniz.
7. Maturidiye ve Eşariye arasındaki bazı farklılıklar
8. Müşebbihe nedir? Bilgi veriniz.
9. Yüce Allah’ın sıfatlarının tasnifini yapınız.
10. Sıfatı Nefsiyye Nedir?
11. Selbȋ Sıfatlar Nelerdir?
12. Sıfatı Subûtiyye Nelerdir?
13. Manevȋ sıfatlar ve Meâni sıfatlar nedir?
14. Haberi Sıfatlar Nelerdir?
15. Fiili Sıfatlar Nedir?
16. Mutezile’nin usulü hamsesini anlatınız.
17. Burhân-ı Temânu’ Nedir?
18. Burhân-ı Tevârud Nedir?
19. İrhas, Meûnet, İstidrac ve Keramet nedir?
20. Marifetullah konusunda Maturidi ve Eşarinin görüşlerini
karşılaştırınız.
21. Mezheplerin Allah’ın haberi sıfatları hakkındaki görüşleri
nelerdir?
22. Ru’yetullahı Mutezile ve Ehli Sünnete göre anlatınız.
23. Cennet ve Cehennem Şu an Mevcut mudur?
24. Nusayrȋlik
25. Dürzȋlik
26. Babȋlik ve Bahâilik
27. Yezidȋlik
28. Vehhabȋlik
29. Kadiyanȋlik
30. Râfizȋler Kimdir?
31. Takiyye Nedir? التقيّة
32. Şiiliğin Temel İlkeleri Nelerdir? (VİTİR)
33. Şia hakkında bilgi veriniz.
34. Gadȋr-i Hum Nedir?
35. Eş’arȋ’nin yazdığı eserleri
sayınız.
36. İmam Azamın yazdığı kitaplar nelerdir?
37. Agnostisizm nedir?
38. Selefiyye ve ilkeleri hakkında bilgi veriniz.
39. Makâm-ı Mahmûd Nedir?
40. Şefaati Uzmâ nedir?
41. Varlık Nedir? Gazali’de varlık
iman teorisi?
42. Peygamberlerin küçük ve büyük günah işleme durumunu mezheplere
göre anlatınız. Zelleyi açıklayınız.
43. Zelle Nedir?
44. Burhanı innȋ ve limmȋ nedir?
Açıklayınız.
1 1. Nübüvvet konusunda Maturidi ve Eşari farkını anlatınız.
Peygamberlerin cinsiyeti konusunda Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında ihtilaf vardır. Ehl-i Sünnetin her iki kolu peygamberin erkeklerden olduğunu
kabul eder. Ancak Eş’arîler ise, kadınların da peygamber olabileceğini
benimserler; Mâtürîdîler bu düşünceyi benimsemezler. Çünkü “Peygamberler
ancak erkeklerden olur.” diyen Mâtürîdîler Kur’ân-ı Kerim’den şu ayeti
delil gösterirler: وما ارسلنا من قبلك الا رجالا نوحي
اليهم... “Senden evvel (peygamber olarak)
gönderdiklerimiz şehir halkından kendilerine vahy eder olduğumuz erkek
adamlardı.”(Yusuf, 12/109; ayrıca bk. Nahl 16/43; Enbiya 21/7.)
İmâm Eş’arî, bazı ayetlere (Âl-i
İmrân, 3/42; Meryem 19/16-19.) dayanarak Hz. Meryem’in
nübüvvetine kail olmuşlardır. Kur’an’daki birkaç ayet ile istidlal ederek Hz.
Meryem’in nübüvvetine kail olanlar, resûl ile nebi arasındaki farkı
belirtirken “Nebi, ister tebliğe memur
olsun isterse olmasın, kendisine vahiy olunandır.” tarifine
dayandırmışlardır. Bu duruma göre kadınlardan peygamberlikleri söz konusu olan
altı kadın: Hz. Havva, Hz. Sara, Hz.Hacer, Hz. Musa’nın annesi,
Firavun'un eşi Asiye ve Hz. Meryem’dir.
Hâlbuki Mâtürîdîler Kur’ân’da
kadınlar ile ilgili vahyin diğer varlıklara gelen vahiy gibi telakki ederler,
yani bunun nebevî bir vahiy olmadığını söylerler. Kadınlara gelen bu şey belki
bir ihsandır, derler. Sabunȋ, risalet davet için ortaya çıkmayı gerektirirken,
kadınlık örtünmeyi öngürür. Risaletle kadınlık arasında tezat vardır, der.
2 2. Teklifi ma la yutak konusunu Maturidi ve Eşariye göre açıklayınız.
Kelâmda teklif konusu, Cenâb-ı
Hakk’ın güç yetiremeyeceği bir şeyle kulunu yükümlü tutmasının (teklîf-i mâ lâ
yutâk) aklen mümkün olup olmaması bakımından ele alınır. Teklif kavramının yer
aldığı çeşitli âyet ve hadislerde Allah Teâlâ’nın kimseye gücünün yetmediği
şeyi yüklemeyeceğine (el-Bakara 2/233, 286; el-En‘âm 6/152; el-A‘râf 7/42;
Buhârî, “Ṣavm”, 49; Müslim, “Îmân”, 199), Allah’a karşı yükümlülüklerde
herkesin kendisinden sorumlu olacağına (en-Nisâ 4/84), insanların birbirlerine
güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklememeleri, böyle bir durumda
birbirlerine yardımcı olmalarının gerektiğine (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim,
“Eymân”, 38, 39, 40) dikkat çekilmiştir.
Mu‘tezile kelâmcıları konuya “aslah”
görüşü çerçevesinde yaklaşmıştır. Mâtürîdiyye âlimleri teklifin sebep ve
hikmetini insanın yaratılış gayesinden hareketle açıklamışlardır. İmam
Matüridî'ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen şeyin insana
yüklenmesi caiz değildir. Bu kabul edilmez. Bu hususta "Allah bir kimseye
ancak gücü yettiği kadar teklif eder" (el-Bakara, 2/286) ayetini delil
olarak alır. Zira, Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete göre yapar. İnsanın
vasıtasız uçması gibi aklen imkân dahilinde bulunmakla birlikte âdeten imkânsız
olan şeyler konusunda Allah’ın bu tür işlerle hiç kimseyi mükellef tutmadığı
bilindiği halde bunun aklen mümkün olup olmadığı konusu tartışılmış, Eş‘arîler
bunu câiz görürken Mu‘tezile ile Mâtürîdiyye âlimleri konunun aklen de mümkün
sayılmayacağını belirtmiştir.
Eş’ari ve Eş’ari kelamcıların çoğu,
güç yetmeyen işle teklifin caiz olduğu görüşündedirler. Onların böyle
bir anlayışı benimsemeleri, sahip oldukları Allah ve İnsan tasavvurlarından
kaynaklanmaktadır. Onlara göre Allah, dilediğini yapan ve dilediğine
hükmedendir. O’na hiçbir şey vacip değildir. O, yegane ve etkin güce sahiptir.
O’nun iradesi mutlak anlamda özgür olup, her hangi bir şeyle sınırlı değildir.
İnsanların sahip olduğu irade ve güç, Allah tarafından verilmiş olup, O’nun
tarafından kontrol edilmektedir. Eş’ari kelamcıların büyük bir çoğunluğu,
öngördükleri Tanrı tasavvurunun bir gereği olarak, fiillerinde mutlak anlamda
özgür olan Allah’ın, akli bir gayeye, amaca ve sebebe matuf fiiller işlemek
zorunda olmadığını, her hangi bir düzene bağlı bulunmadığını iddia etmişlerdir.
3 3. Haram rızık mıdır? Mezheplere göre anlatınız.
İster haram olsun, ister helal olsun
Haram rızıktır. Zira Hud suresi 6. ayeti kerimede işaret edildiği üzere
rızkı veren ancak Allah’tır. Hadisi Şerifte şöyle buyrulmaktadır. Rızkı
aramaktan geri durmayın. Hiçbir kimse kendisine takdir edilen rızka ulaşmadıkça
ölmeyecektir. Öyleyse helal alıp haramı terk etmek suretiyle rızkınızı güzel
arayın.
Mutezile rızkı, insanın sahip olduğu mülk şeklinde tarif etmiştir. Bu da
insanın öz iradesi ve kudretiyle kazandığıdır. Allah, haramın kazanılmasını ve
infakını yasaklamıştır. Mutezile’ye göre haram rızık olamaz. Onlara göre rızkı
veren Allah’tır. Bütün rızıklar Allah’a izafe edilirse kul haram yediği zaman
azaba müstehak olmaktadır. Demek ki haram çirkindir. Çirkin olan şey ise
Allah’a isnat edilemez. Bu sebeple haram olan şey rızık olamaz.
Ehli Sünnet âlimleri (Maturidi ve Eşari) ise rızkın kulun mülkiyetiyle hiçbir ilgisi yoktur, derler. Allah her şeyin
sahibidir. Haram rızık olarak kabul edilmediği takdirde haram yiyenleri bir
başkasının rızıklandırdığı anlamı çıkar ki bu da doğru olmaz. Dolayısıyla haram
da rızıktır, derler.
4 4. Şeriat gelmeden önce iyilik ve kötülük meselesini (husün-kubuh)
Mutezile, Eşariye, Maturidiye ve Cebriyeye göre anlatınız.
Eş‘ariyye ve Selefiyye göre hüsün ve
kubuh şer‘îdir, yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak tesbit ve tayininden
sonra bilinebilir; çünkü iyilik veya kötülük bir fiilin mahiyetine ve zatına
ait bir vasıf değildir; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya
yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır. Şu halde bir fiil Allah
tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür; başka bir ifadeyle
bir fiil iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmış değildir.
Başta Cehmiyye ve Mu‘tezile olmak
üzere Şîa, Kerrâmiyye göre hüsün ve kubuh aklîdir; bu değerler akıl yürütmekle
bilinebilir ve böylece iyilikle kötülüğün bir şeyin mahiyetine dahil olup zatî
bir vasfını teşkil ettiği anlaşılır. Mu‘tezile’ye göre husün veya kubuhla
vasıflanışı aklidir. Fiiller, özünden iyi veya kötüdür. Yani bir fiil, vahiy
gelmeden önce de iyi veya kötüdür. Şeriatın yaptığı ise fiillerin özünde
mevcut olan iyilik ve kötülüğü ortaya koymaktır. Ancak ibadetleri genel
fiillerden istisna edip bunları idrak etme yolunun akıl değil şeriat olduğunu
kabul ederler.
Mâtürîdîler’in çoğunluğuna göre
hüsün ve kubuh kısmen aklî kısmen de şer‘îdir. Esas itibariyle hüsün ve kubuh
fiillerin zatî bir vasfı olup aklen idrak edilmekle birlikte bu husus hem
insanlar hem de fiiller açısından bazı özel şartlarla sınırlıdır. Buna göre
akıl bütün fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü kavrayamaz, ayrıca iyilik ve
kötülüğün bazı şartlarda kişilere göre değiştiği de bilinmektedir.
5 5. Salah – Aslah konusunu mezheplere göre anlatınız.
Aslah, kullar
hakkında en uygun, en faydalı ve en iyi olan şey demektir.
Mutezileye göre: Allah (cc), kul için en uygun olanı yapmaya mecburdur.
Maturidi ve Eş’ari kelamcıları ise; “Allah (cc), faili muhtar olup herhangi bir fiili
işlemek, hiçbir şekilde O’na zorunlu değildir.
Maturidiler: “Kulların bütün fiilleri
Allah(cc) tarafından yaratılmıştır. Küfür ve ma’siyet cinsinden fiilleri,
kulların iradesine göre Allah (cc) yaratır. İnsan için en uygun olanı yaratmak
Allah (cc) ye vaciptir, demek, Allah’ın (cc) kullarına hidayet vermek suretiyle
onlara olan lütfunu inkâr etmek, anlamına gelir. Çünkü üzerine vacip olanı
yapmak bir lütuf değil hâşâ görevdir. Yine vaciptir, demek, Allah’ın (cc)
kudret alanını sınırlandırmak demektir”.
Yine Mu’tezile’nin aslah olanı
yaratmak Allah’a vaciptir, sözü doğru olsaydı, Yüce Allah’ın sevgili
Peygamberimize Ebu Cehil’den daha fazla nimet vermesi gerekirdi. Ancak dünyalık
olarak Ebu Cehil’den daha fazla nimeti ve lütfu yoktur. Onlardan her birine
Allah, yapabileceğinin en uygununu yapmıştır, demek gerekirdi. Allah’ü Teala,
Ebu Cehil’e de yol göstermiştir. O kendi iradesiyle dalalet yolunu
sürdürmüştür. Bu noktada hidayeti seçene Allah’ın (cc) tevfiki, küfrü ve
sapıklığı seçene de Allah’ın hızlanı devreye girmiştir. Gerçekten de aslah
olanı yapmak Allah (cc) ye vacip olsaydı, dünya ve ahirette azap görecek olan
fakir kâfiri Allah’ın (cc) yaratmaması gerekirdi.
Eş’ariler de bu konuda Maturidiler gibi düşünmektedir. “Aslah olanı yapmayı
Allah’a (cc) vacip kılmak, O’nun kulları hakkında sayısız lütufta bulunmasını
sınırlandırmak demektir. Bu anlayış ulûhiyet alanında birtakım problemler
doğurur” derler.
6 6. Ecel konusunu mezheplere göre değerlendiriniz.
Ehli sünnet: “Maktul, kendi eceliyle ölmüştür, onun başka bir eceli yoktur”
der.
Mu’tezile, maktul, eceli kesilmiş kişidir, şayet öldürülmeseydi ömrünün
sonuna kadar yaşayacaktı der. Biz ise şayet öldürülmeseydi ne olurdu sorusuna “
Ne bilelim ne olurdu” deriz.
Hısım ve akrabayı ziyaret etmek ömrü uzatır hadisiyle alakalı
verilen cevap iki şekildedir.
1- Kişi, akrabayı ziyaret etmeseydi ömrünün meselâ elli yıl olacağı
Allah’ın (cc) ilminde mevcuttu. Bunun yanında Allah’u Teala o kişinin hısım ve
akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeple ömrünün yetmiş yıl olacağını da
biliyordu. Bundan dolayı Allah’u Teala o kişinin ömrünü yetmiş yıl olarak
belirledi. Yani sonradan değişen bir ecel değil, tek bir ecelin ezelde Allah’ın
(cc) bilmesine göre iradesi söz konusudur.
2- Akrabayı ziyaret eden kişinin
ömrünün uzamasından maksat; hayırlı, bereketli, huzurlu, az zamana çok ve
yararlı işler sığdırabilen, kaliteli bir ömür yaşamasıdır.
7. Maturidiye ve Eşariye arasındaki bazı farklılıklar
1.
Cüz’i
İrade:
Maturidilere göre insanlarda müstakil bir Cüzi irade vardır. Eş’ârilere
göre bu irade müstakil değildir. Onu da Allah yaratır. Fiilin işlenmesi anında
insana verilir.
2.
Kesb: Eş’arilere göre kesb, insanın gücünün sonucunda meydana gelir.
Maturidilere göre ise insanın bir şeye azim ve niyet etmesiyle o şeyin meydana
gelmesidir.
3.
Husun
ve Kubuh: Maturidilere göre hüsün ve kubuh
bir şeyin iyi veya kötü olduğu akılla bilinmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle
bir şey iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmıştır.
Eş’arilere göre ise hüsün ve kubuh akılla bilinemez ancak Allah bir şeyi
emretmişse iyidir yasaklamış ise kötü olduğunu anlarız.
4.
Ma’rifetullah: Maturidilere göre dini tebligat olmadan insan Allah’ı bilmek
zorundadır. Çünkü akıl Allah’ı bilme gücüne sahiptir. Eş’arilere göre ise -akıl
Allah’ı bulabilecek güçte olsa bile- Şeriattan haberi olmayan insan hiçbir
şeyden mesul değildir.
5.
Tekvin: Maturidilere göre Allah Taâla’nın Tekvin diye müstakil bir sıfatı
vardır. Eş‘arilere göre ise Tekvin, Kudret sıfatının bir taallukudur.
6.
Nübüvvet: Maturidilerde peygamberliğin şartlarından biri de erkek olmaktır
Eş’arilerde ise böyle bir şart yoktur. Kadında nebi olabilir.
7. Teklifi
Ma La Yutak: Allah’ın insanın gücünün yetmediği
bir şeyi emretmesi. Eş’arilere göre caizdir. Fakat vaki değildir. Maturidilere
göre ise caiz değildir. Çünkü bunda bir hikmet yoktur.
8.
Sebep
ve Hikmet: Eş’arilere göre Allah’ın fiillerinde bir hikmet aranmayacağı gibi bir
sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah yaptıklarından sorumlu değildir.
Maturidilerde ise Allah’ın fiillerini sebep ve hikmete bağlamışlar. Zira
sebepsizlik ve Hikmetsizlik abestir.
9.
Kelam-Nefsi: Eş’arilere göre kelamı nefsinin işitilmesi caizdir. Maturidiler
ise kelamı nefsinin bizzat işitilemeyeceğini, ancak ona delalet eden şeyin
işitilebileceğini söylemişlerdir.
. Ezelde Ma’duma Hitap: Eş’arilere göre Allah’ın Maduma
hitap etmesi caizdir ve Allah Ezelden mütekellimdir. Maturidiler ise madum’a
hitap caiz değildir Çünkü bunda Hikmet yoktur.
İbadet Mükellefiyeti: Eş’arilere göre kafirler iman etmekle mükellef oldukları gibi
ibadet etmekle de mükelleftirler ve ibadet etmedikleri için ayrıca
cezalandırılacaklardır. Maturidilere göre ise kafir iman etmekle mükelleftir. Amel
ile değil. Ayrıca azap görmezler.
1 İrtidat: Eş’arilere göre Mürted olan kimse tekrar iman ederse önceki
amelleri geriye döner. Maturidilere göre ise geri dönmez.
Tevbe-i yeis: Ümitsizlik halinde yapılan tövbe Maturidilere göre makbul,
Eş’arilere göre makbul değildir.
8 8. Müşebbihe nedir? Bilgi veriniz.
Allah’ı
yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzeten yahut bu sonuçları doğurduğu
ileri sürülen inançları benimseyenleri ifade eder.
9 9. Yüce Allah’ın sıfatlarının tasnifini yapınız.
Yüce Allah
bütün kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzehtir. Yüce
Allah’ın sıfatları beş kısımda ele alınıp değerlendirilir. Bunlar sıfatı
nefsiyye, sıfatı selbiyye, sıfatı subutiyye, sıfatı haberiyye, sıfatı
fiiliyye’dir.
1 10. Sıfatı Nefsiyye Nedir?
Bizzat zata
delalet eden bir sıfat olması ve zat üzerine zaid bir manaya delalet etmemesi
sebebiyle “vucud” sıfatına bazı kelamcılar sıfatı nefsiyye adını vermişlerdir.
1 11.
Selbȋ Sıfatlar Nelerdir?
Selbi sıfatlar,
Yüce Allah’tan zatına layık olmayan manaları selb ettikleri, nefyedip
kaldırdıkları için bu isimle adlandırılmışlardır. Bunlara sıfatı tenzȋhiyye
de denir. En mühimleri kıdem, beka, vahdâniyyet, muhâlefetün li’l-havâdis,
kıyam bi nefsihȋ dir.
1 12.
Sıfatı Subûtiyye Nelerdir?
Bu sıfatlar sıfatı selbiyye gibi Yüce Allah’ı noksanlardan tenzih
eden, ezelde mevcut ve onunla kaim olan zatȋ, subûtȋ, vucûdȋ ve hakiki
sıfatlardır. Bunun içindir ki bu sıfatlara Sıfatı subutiyye, sıfatı zatiyye,
sıfatı Meânȋ ve Sıfât-ı İkrâm adları verilmiştir. Hayat, ilim, irade…
1 13. Manevȋ sıfatlar ve Meâni sıfatlar
nedir?
Mu’tezile, Ehli Sünnet’in Allah’a izafe ettiği subûtȋ sıfatları iki
gruba ayırırlar. Birinci grup siga bakımından da sıfat olan Hayy, Alȋm, Kadȋr
gibi müştak kelimelerdir. Mu’tezile bu sıfatları Allah’a izafe eder ki bunlara manevi
sıfatlar denilir. İkinci grup ise bu manevi sıfatların köklerini teşkil eden
hayat, ilim, kudret gibi mastar sigasındaki kelimelerdir. Bunlara da meâni
sıfatlar denilir ki Mu’tezile bunları Allah’a izafe etmez. Yani Mu’tezile
“Allah âlimdir.” hükmünü kabul eder; fakat “Allah ilim sahibidir.” hükmünü
benimsemez.
1 14.
Haberi Sıfatlar Nelerdir?
Yed, vech, istivâ, nüzûl, istihya (utanma), kabza gibi sadece ayet
ve hadislerde bildirilen ve haberle sabit olan sıfatlara haberȋ sıfatlar denir.
Selef alimleri bu sıfatları temsilsiz ve keyfiyetini Allah’a havale ederek
kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te’vile gitmemişlerdir.
Eş’ariyye ve Maturidiyye kelamcılarının müteahhirini “Müslüman halk bu
lafızların zahirlerine bağlanarak Yüce Allah hakkında teşbihe düşer.” korkusuyla
haberi sıfatları mecaz manalarına hamlederek te’vil etmiş ve bunlara Yüce
Allah’ın azametine layık olan birer mana vermişler ve murad edilen gerçek
anlamını ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
1 15. Fiili Sıfatlar Nedir?
Yüce Allah’ın kendisiyle nitelenmesi
de nitelenmemesi de caiz olan, Allah hakkında müspet olarak da menfi olarak da
kullanılabilen sıfatlara fiili sıfatlar veya caiz sıfatlar denir. Bu sıfatlar
Allah’ın zatının gereği olan sıfatlar değildir. Yani Yüce Allah’ın bunlarla
sıfatlanması vacip değildir. Fiili sıfatların hepsi, Allah’ın kudret, irade ve
tekviniyle meydana gelir. Allah’ın tekvin sıfatı bu fiili sıfatların merciidir.
En önemlilerini beş maddede özetleyebiliriz.
1.
Yaratma
(tahlȋk): Yaratma Allah’a mahsus olup, istediğini yaratması da yaratmaması da
caizdir.
2.
İhdâ
ve İdlâl Hidayet vermek ve delalette bırakmak. Allah dilediğine hidayet verir,
dilediğine de delaleti yaratır.
3.
İrsâl
ve İnzâl Peygamber göndermek ve kitap indirmek. Bunlar Allah için vacip
değildir.
4.
Ba’s
ve Haşr Öldükten sonra diriltme ve toplama.
5.
Ten’im
ve Ta’zib nimet vermek ve azap etmek. Allah dilediğine nimet verir ve
dilediğine de azap eder. O mülkün sahibi olduğu için, mülkünde dilediği gibi
tasarruf eder.
1 16.
Mutezile’nin usulü hamsesini anlatınız.
Mu‘tezile’nin
üzerinde ittifak ettiği beş esas şöylece özetlenebilir:
1. Tevhid. Allah’ın
zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olduğu inancı bütün İslâm
mensuplarınca benimsenen bir ilkedir. Ancak tevhidi temsil eden yegâne mezhebin
kendi mezhepleri olduğunu iddia eden Mu‘tezile mensupları (Hayyât, s. 13-14,
17) Ehl-i sünnet’in ilâhî zâta nisbet ettiği hayat, ilim, kudret gibi sıfatları
kadîmlerin çoğalmasını gerektireceği için kabul etmemiştir. İnsanların iradî
fiillerinin ilâhî bir müdahale bulunmadan sadece kendileri tarafından meydana
getirildiğini iddia etmek suretiyle bir bakıma kulu yaratıcı konumuna getirmek
ve kaderi inkâr etmekle itham edilmişlerdir. Mu‘tezile kelâmcıları, kemal
mertebesinde bir tevhid inancı ortaya koyma bağlamında Allah’ın selbî/tenzihî
sıfatlarına önem vermiş, sübûtî sıfatlardan sadece kelime bakımından sıfat olan
kavramları (mânevî sıfatlar) zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmiş, fiilî sıfatların
hâdis olup Allah’ın zâtıyla kāim olmadığını ileri sürmüştür.
2. Adl. Allah’ın güzel olmayan (kabîh) her türlü fiilden münezzeh
kabul edilmesi, bütün fiillerinin hikmet, adalet ve isabet çerçevesinde
bulunması demektir. Bunun sonucu olarak kulun iradî fiillerini meydana
getirebilmesi için bu fiillere ait kudreti fiilden önce tam mânasıyla taşıması
gerektiğini, ayrıca kul için en iyi ve en faydalı şeyi (aslah) Cenâb-ı Hakk’ın
yaratmasının kendisine vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir (bk. VÜCÛB).
3. Va‘d ve Vaîd. Dünya hayatında gerçekleştirilen iman ve amel-i sâlih ile
küfür, inkâr ve büyük günahların âhirette mutlaka karşılıklarının görüleceğini
ifade eden ilkedir. Gelecekte başkasına fayda vermesini veya ondan bir zararın
giderilmesini bildiren habere va‘d, gelecekte başkasına zarar ulaşacağını veya
ona yönelik faydanın ortadan kalkacağını ifade eden habere de vaîd denir.
Mu‘tezile va‘d ve vaîd başlığı altında küfür, tövbe, şefaat, âhiret ahvali,
büyük günah işleyenlerin cehenneme girdikten sonra oradan bir daha
çıkamayacakları gibi konuları ele almaktadır.
4. Menzile
beyne’l-menzileteyn. “İki konum arasında üçüncü bir konum” anlamındaki
bu prensip büyük günah işleyen kişinin bu fiiliyle imandan çıkmış olacağını,
ancak küfrü gerektiren bir davranışta bulunmadığı için küfre girmeyeceğini,
yani imanla küfür arasında bir yerde kalacağını ifade eder. Mu‘tezile’de bu
konumdaki kişiye “fâsık” denilir. Fâsık tövbe etmeden öldüğü takdirde ebediyen
cehennemde kalır. Bu görüşüyle Mu‘tezile, büyük günah işleyeni kâfir kabul eden
Hâricîler’le onu kâmil mümin sayarak âhirette günahlarının zarar vermeyeceğini
iddia eden Mürcie arasında orta bir yerde durmaktadır.
5. Emir bi’l-ma‘rûf nehiy
ani’l-münker. “İyiliği emredip kötülükten
sakındırmak” demektir. Aslında bu prensip bütün müslümanlar tarafından farz-ı
kifâye kabul edilmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları ile Hâricîler bu görevin
farz-ı ayın olduğunu belirtmişlerdir. Mu‘tezile mensupları başlangıçta söz
konusu prensibi kullanarak Mecûsîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere,
Mücessime, Müşebbihe, Râfizîlik gibi bid‘at hareketlerine ve zındıklık
akımlarına karşı İslâm’ı güçlü bir şekilde savunmuş, bu amaçla Horasan ve
Mâverâünnehir’e kadar gitmişlerdir.
Not: Mutezile’nin
bu 5 asıldan başka birtakım görüşleri daha vardır. Bunlar;
ü Allah’ın
ahirette görülmesi imkânsızdır.
ü Kur’an
mahlûktur ve akıl nakilden üstündür.
ü Husn ve
kubh konusunda akıl esastır.
ü Akıl
nakilden üstündür.
ü Allah’ın
kıdem ve vahdaniyet olmak üzere iki sıfatı vardır. Allah’a başka sıfatlar isnat
etmek teaddüd-i kudemaya meydan verir. Bu sebeple Allah zatıyla âlim, zatıyla
basȋrdir.
ü Allah
en uygun olanı yaratmak zorundadır. Çünkü iyi fiilleri Allah yaratır. Çirkin
fiillerde tesiri yoktur. Yani insan fiillerini yapmada hürdür.
ü İlk
oluşturulan ilkeleri el menzile beynel menzileteyn’dir.
ü Adalet
ilkesine istinaden kaderi, vaad ve vaid ilkesine istinaden de şefaati inkar
ediyorlar.
" 17.
Burhân-ı Temânu’ Nedir?
لَوْ كَانَ فٖيهِمَا اٰلِهَةٌ اِلَّا
اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Eğer göklerde
ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi de fesada
uğrardı/düzenleri bozulurdu.” Âlemde her bakımdan birbirine eşit iki ilahın var
olduğunu farz etsek, bunlardan biri bir şeyin olmasını, diğeri olmamasını irade
edebilir. Çünkü ilah hür bir iradeye ve tam bir kudrete sahiptir. Böyle bir
durumda üç ihtimal ortaya çıkar:
a) Ya her iki ilahın da dilediği olacaktır. Bu ihtimal batıldır.
Çünkü aynı anda bir şeyin hem olması hem de olmaması düşünülemez.
b) Veya her iki ilahın da dilediği olmayacaktır. Bu da batıldır.
Çünkü dilediği yerine gelmeyen acizdir, aciz ise ilah olamaz.
c) Yahut ilahlardan birinin dilediği olacak, diğerininki
olmayacaktır. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz olan
ilah olamaz, öbür ilah da her bakımdan ona eşit olduğundan, onun da aciz
olması, dolayısıyla ilah olmaması gerekir.
Böylece âlemin
yaratıcısının iki ilah olması imkânsız olunca, ilahın bir ve tek olma zarureti
ortaya çıkar. Âlemdeki düzen de bunu gösteriyor.
1 18.
Burhân-ı Tevârud Nedir?
Kelam âlimleri,
Allah’ın bir ve tek olduğunu bir de şu ihtimaller üzerinden ortaya koyarlar:
Eğer yerde ve
gökte birden fazla ilah olsaydı, bu âlem;
a) Ya bütün ilahların müşterek kuvvet ve kudretiyle var olmuştur.
Buna göre ilahlardan hiçbirinin güç ve kudreti eşyayı tek başına yaratmaya
yeterli olmamış, âlemi müştereken var etmişlerdir. Bu ise hepsinin acizliğini
gösterir, acizlik ise ulûhiyetle bağdaşmaz ve hiçbiri ilah olamaz.
b) Veya âlem bu ilahların her biri tarafından müstakil olarak, ayrı
ayrı yaratılmıştır. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana
gelmiş olur. Yani bir ma’lul üzerine iki illetin tevârüdü, birlikte oluşu
gerekir ki bu da imkânsızdır. Çünkü bu, hâsılı tahsildir. İlahlardan biri
tarafından âlem yaratılmışsa, diğerleri lüzumsuz olur.
c) Yahut eşya, ancak birinin irade ve kudretiyle vücut bulmuştur. Eğer
âlem, ilahlardan birinin irade ve kudretiyle meydana gelir, diğerlerinin
yaratmada hiçbir tesiri olmazsa, müreccihsiz tercih gerekir ki bu, batıldır.
Bu üç ihtimalin hepsi batıl olduğuna göre
Allah’ü Teâlâ’nın vahdaniyeti ortaya çıkıyor.
1 19. İrhas, Meûnet, İstidrac ve Keramet
nedir?
İrhas, peygamberlik görevi verilmeden önce
peygamberde görülen fevkalade, hazırlık niteliğindeki haller olup, daha sonra o
kişinin peygamber olacağına delildir. Hz. Peygamber’e bazı ağaçların ve
taşların selam vermesi, onu daima bir bulutun gölgelendirmesi ve Hz.
İsa’nın beşikte iken konuşması irhas türünden hallerdir.
Meûnet, yardım, kolaylık anlamına gelir. Amelleri, davranışları ve ahlakı
güzel Müslümanlarda ortaya çıkan olağanüstü haldir. Böyle kimselerin sıkıntı ve
güçlüklere rağmen geçimlerini kolayca sağlamaları, bela ve musibetlere
kolaylıkla göğüs germeleri, büyük bir tehlikeyi kolayca atlatabilmeleri meûnet
türünden Allah’ın onlara yardımıdır. Bazı iyi hal sahibi kimselerin
başkalarının işlerini, niyetlerini keşfetmeleri meûnet sayılabilir.
Keramet, tıpkı mûcize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağan üstü ve
sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mûcizeden farklı değildir;
aralarındaki fark meydana geliş şekliyle ilgilidir. Mûcize peygamberlerden,
keramet tam olarak ona bağlı olan velîlerden zuhur eder. Ancak peygamber
peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mûcize gösterir. Gösterdiği
mûcize ile inanmayanlara meydan okur. Peygamberi örnek alan velî ise velîlik
iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mûcizenin izharı,
diğerinde kerametin zuhuru söz konusudur. Mûcize gibi kerametin de yaratıcısı
ve hakiki sahibi Allah’tır.
İstidrac, bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu
kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak” anlamındadır. A‘râf sûresinde
geçen kelime (7/182) “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece,
sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve
imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helâke götürmesi” gibi mânaları ifade
eder. Bunun ardından gelen imlâ’ (mühlet ve fırsat verme) ve keyd (tuzak, tuzak
kurma) kelimeleri de istidrâcın tefsiri mahiyetindedir.
Küfrü ve günahı açık olan kimselerde
görülen olağanüstü hale istidrac denilir. İstidrac gösteren kimsenin daha fazla
küfür ve günaha dalması için onda fevkalade hal görülür. Seyyid Şerif Cürcanî Peygamberlik
davasında bulunmayan bir kimseden zuhur eden harikulâde hâli keramet olarak
tarif eder. “Bu hâl, iman ve salih amel sahibi olmayan birisinde
görülürse istidrac olur” diye ekler.
2 20.
Marifetullah konusunda Maturidi ve Eşarinin görüşlerini
karşılaştırınız.
Maturidiler, dini tebliğ olmasa da insan Allah’ı bilmek zorundadır,
der. Çünkü akıl, Allah’ı bilme gücündedir. Eşarȋler, akıl hiçbir şeyi vacip
kılmaz, der. Allah’ı bilmek şeran vaciptir. Şeriattan haberi olmayan insan
mesul değildir.
2 21.
Mezheplerin Allah’ın haberi sıfatları hakkındaki görüşleri
nelerdir?
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir
manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar
varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatü'l-haberiyye
(haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir. Selefiyye, Allah’ın sübûtî sıfatları ile haberî sıfatlarının
varlığını irdelemeksizin kabul etmiş, ilâhî fiillerin delâlet ettiği sıfatlar
ve naslarda yer alan isimlerle yetinmiştir.
Selef âlimleri, haberi sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz
(mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve
keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi
bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.
Eş'ariyye ve Matüridiyye
kelâmcılarının müteahhirîni "Müslüman halk bu lafızların
zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer." korkusuyla
haberî sıfatları mecaz manalarına hamlederek te'vil etmiş ve bunlara Cenab-ı
Hakk'ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da
kat'idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamını ve keyfiyetini
Allah bilir demişlerdir.
Mutezile, müteşâbih ayetlerin
te’vili meselesinde akla geniş yetkiler tanımıştır. Onlar, Kur’ân’daki teşbih
unsurları eğer zâhirȋ manada ele alınırsa, o zaman teşbih ve tecsim söz konusu
olur. Bundan dolayı ayn, vech, yed, cenb, fevk, istivâ gibi sıfatlar olmak
üzere bütün müteşâbih ifadeleri, Arap dilinin kâide ve prensiplerini ihlal
etmeden yorumlamak gerekir.
Müşebbihe, Mücessime, Kerramiyye
mesela istiva için, Allah’ın arşa oturma manasına geldiğini söylerler. Onlara
göre Allah’ın bir yerde ve bir yönde olması imkânsız değil, aksine gereklidir. Allah
zatıyla arşın üzerine oturmaktadır.
2 22.
Ru’yetullahı Mutezile ve Ehli Sünnete göre anlatınız.
Ehli Sünnete göre Allah’ı görmek
aklen caiz, naklen vaciptir. Allah’ı görmenin vaki olacağını ifade eden
nasların zahiri ile hükmolunarak naklen vaciptir denilmiştir. Mutezile,
Rafızȋler, Hariciler ve filozoflar ru’yetullahın mümkün olmadığını
söylemektedirler.
Ehli Sünnete göre görmeye sebep olan
şey, bir şeyin var olmasıdır, der. Allah vardır, öyleyse görülmesi de
mümkündür. Kullarına dünyada kendisini görme kabiliyeti vermediği için dünyada
görülmesi mümkün değildir. Hz. Musa Allah’ı görmeyi talep etmiştir. Eğer bu
mümkün olmasaydı, peygamberin Allah hakkında caiz olmayan bir şeyi bilmemesi ve
imkansızı talep etmesi olurdu ki peygamber bundan münezzehtir. Yüce Allah
görülmeyi, dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Bu haddi zatında mümkün bir
iştir. Mümküne bağlı olan şey de mümkündür.
Diğer fırkalar لَنْ تَراني beni asla göremezsin manasındaki لْنْ edatının ebediyet için olduğunu kabul
ederek Yüce Allah’ın cemalinin ebediyen görülemeyeceğine bu ayeti delil
gösterirler. Ayetteki لن edatı ebedilik için
değil te’kid içindir. فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ
اِنْسِيَّا “Artık bugün hiçbir insanla asla konuşmayacağım.” Ayeti
kerimede vakitleme vardır. Vakitleme ile ebediyet ise birbirine zıttır.
Dolayısıyla Araf suresi 143. ayeti kerimedeki لن تراني deki لن edatı
ebediyet için değil, dünyada görmeyi nefyetmek içindir.
Nakli deliller: Kıyame 22-23: “Yüzler vardır ki o gün ışıl
ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklarıdır.” İla harfi ceri nezara ile
kullanıldığında baş gözüyle görmek anlamına gelir.
Hadis: Siz Rabbinizi dolunay
günlerinde ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz. (Buhari)
2 23.
Cennet ve Cehennem Şu an Mevcut mudur?
Mutezilenin
ekserisine göre cennet ve cehennem kıyamet koptuktan sonra yaratılacaktır. Ehli
Sünnete göre bu ikisi yaratılmış durumundadır. Ehl-i sünnetin delilleri :
1-
Adem ve Havva’nın kıssası ve bunların cennette iskan edilmeleri.
2-Kur’an-ı Kerim Cennet
veCehennemden bahsederken maziye delalet eden fiiller kullanmış ve bu zahir
manayı terk etmek içinde bir zaruret yoktur. Örneğin şu âyetler: “ Cennet
Müttakiler için hazır- landı” (Al-i imran 3/133; Hadid 57/21) “Cehennem
kafirler için hazırlandı.” (Bakara 2/24)
2 24.
Nusayrȋlik
Kurucusu Muhammed b. Nusayr en-Nemirȋ’dir.
Şia’nın gulat kolundandır. Bahçeciler, fellah, Arap Uşağı şeklinde de
anılmaktadırlar. Görüşlerinin temelini tamamen batıni yorumlara dayalı olarak
ortaya konan Hz. Ali’nin ilahlaştırılması teşkil eder. Nusayrilere göre Ali,
zahirde/görünüşte imam ise de batıni olarak tanrıdır. Ali kendi nurundan
Muhammed’i yaratmıştır. Muhammed de Selman el-Farisi’yi yaratmıştır. Ali
manadır. Muhammed de isimdir. Selman ise babtır.
Peygamber inanışları: Tanrı, Adem,
Nuh, Musa gibi bazı peygamberlere hulul ederek tecelli etmiştir. Peygamberler
görünen bedene rağmen yemek yemezler, eşleriyle birlikte olmazlar. Gelmiş
geçmiş bütün peygamberler böyledir. Peygamber tanrıdan bir parça olduğundan
onun emirlerini açıklayan Natık konumundadır. Tanrı ise konuşmaz (samittir) ve
emirlerini konuşan tayfa yani peygamber tarafıyla insanlara aktarır.
Beş eytam (Selmanın manevi
çocukları) inancı vardır. Nusayrilikte bab olan Selman’ın manevi çocukları ve
dünya işlerinin düzenleyicileri olarak kabul edilen “eytam/yetimler” adı verilen
bir grup vardır. Onlara göre alem kadim, cennet ve cehennem de semboliktir. Tenasüh
inancı, mezhebin en temel inançlarından biri olduğundan mükafat veya
cezalandırma da buna göre olmaktadır. Cennet (mükafat) öldükten sonra ruhun iyi ve güzel bir bedende
dünyaya geri dönmesidir. Aksi ise cezalandırma olarak değerlendirilir.
Üzüm suyu ya da şarabı kutsal
sayarlar. Namaz, beş vakitte beş kişinin isminin anılmasıyla gerçekleşir.
Kurucusu: Muhammed b. Nusayr en-Nemirȋ’dir
Kutsal Kitabı: Kitâbü’l-mecmu’
2 25.
Dürzȋlik
Fatimȋ halifelerinden Hâkim
Biemrillâh döneminde vezir Hamza b. Ali tarafından kurulan aşırı bir fırdakır.
İsmailiyye ekolü içerisinde doğup gelişmiştir. Bu mezhebin inanç ve amelle
ilgili esasını dört ana başlıkta toplayabiliriz. 1. Hakim Biemrillah’ın ilah
olduğuna inanmak 2. Emri yani Ali b. Hamza’yı bilmek 3. Hudut ve vezirleri
tanımak 4. Yedi esası bilmek. Hakim gaybet etmiştir. Dürzȋlere göre bu gaybeti
kıyamet gününe kadar sürecektir.
Tekammus inancı vardır. İnsan ölünce ruhu derhal başka bir cesette yeniden
doğar ve cesedi bir zarf veya elbise gibi kullanır. Dürzȋler, bu tenasüh inancı
için “gömlek değiştirme” anlamında tekammus terimini kullanırlar. Tenasüh
kavramı, ruhun hayvan ve bitkilere geçtiği inancıdır. Dürzȋlere göre ruh
insandan başkasına girmez.
Hamza b. Ali mahlukatın en şereflisi
olup ilk yaratılan varlıktır. Allah’ın öz nurundan yaratılmış imamların
imamıdır. Dürzilere göre Hakim veya Hamza tarafından görevlendirilen, İslamdaki
peygamberler derecesinde bulunan, dini bakımdan salahiyetli ve muayyen
görevleri yüklenen kimselere hudud denilir. Hudutlar beştir.
İslam’daki esasları iptal etmişler
yerine mezhebin dördüncü farzı olan yedi esası koymuşlardır. Dürziler
inançlarını kendilerinden olmayanlardan gizlerler (takiyye).
Kurucusu: Vezir Hamza b. Ali
Kutsal Kitabı: Kitâbü’l-hikme
2 26.
Babȋlik ve Bahâilik
Babiliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed’dir. (1819-1850).
Mirza Muhammedin en önemli görüşü, kendisinin mehdiye açılan kapı, “Bab”
oluşudur. Şiraz’da kendisinin beklenen imama açılan bab olduğunu açıkladı. Aynı
sene kendisinin beklenen mehdi (el-mehdiyyü’l-muhtazar) olduğunu ilan etti. Bablık
ve mehdilik iddiaları ile yetinmeyen Mirza, Peygamber olduğunu ve Allah
tarafından kendisine kitap verildiğini iddia etmiştir. Peygamberlik iddiasıyla
yetinmeyip uluhiyet anlamına gelen birtakım sözler söylemiş ve kendisine
“el-ala”(En yüce) ünvanını vermiştir. Kuranın neshedildiğini, İslami emir ve
yasakların kaldırılıp yeni bir sürecin başladığını ilan etmiştir. Devletle
silahlı mücadeleye girişmiş, Tebrizde kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
·
Ahiret
hayatı ve kıyamet içinde yaşamış olduğumuz dünyada gerçekleşmektedir.
·
Mirza
Muhammet, Hz. Muhammet’ten üstün olduğu gibi, “Beyan” kitabı da kuranı
kerimden üstündür.
Babiliğin devamını sağlayan Bahâiliğin kurucusu Bahaullah
adıyla bilinen Mirza Hüseyin Ali 1817 tarihinde sarayda doğmuştur. Yeni bir din
tebliği için Allah tarafından gönderildiğini ilan etmiş, devlet başkanlarına bu
dini anlatan mektuplar göndermiştir. ”Bahailik” hareketinin kutsal kitabı olan Kitab-ı
Akdes’i yazmış, bu kitabın daha önce yazılan ne kadar kutsal kitap varsa
hepsinin içerdiği hükümleri kaldırdığını belirtmiştir. Osmanlı tarafından
sürgün edildiği Akka’da ölmüştür. On Dokuz sayısının kutsallığı söz
konusudur.
27.
Yezidȋlik
Yezidilik, sünni
alim şeyh Adiy b. Müsafir’e nispet edilen ve Emevi halifesi Yezid b. Muaviye’nin insan üstü bir varlık olduğu
esasına dayanan, İslam coğrafyasında ortaya çıkmış karma bir inanç sistemine
sahip ğali bir mezheptir. Dualist evren anlayışını zerdüştlükten, beslenme ile
alakalı hükümler Yahudilikten, ekmek şarap ayinini Hristiyanlıktan, tenasühü
Sabiilik’ten, kurban haç oruç sünneti İslamiyet’ten almışlardır.
Yezidilerin
inançlarının temelinde şeytana duyulan korkunun yattığı belirtilir. Onlara göre
tanrı vardır mutlak iyilik ve güzelliğin temsilcisidir. Tanrıdan kötülük zuhur
etmez ve insanları cezalandırmaz. Bu yüzden O’na ibadet etmeye gerek yoktur.
Oysa şeytan kötü de olabilmektedir. Önemli olan kötülük yapabilecek olanın
sevgisini kazanmaktır.
Tanrının
birliğine ve kudret sahibi oluşuna inanırlar. Ancak O’nun En büyük üç
meleğinin melek Tavus, Şeyh Hadi, Sultan Yezit olduğuna inanırlar.
Tanrı, yeryüzündeki bitki ve canlıların yaratılması görevini bu üç meleğe
vermiştir. Melek Tavus tanrının en büyük
meleğidir, dünyanın koruyucusu, yöneticisi ve tanrı iradesinin yürütücüsüdür.
Tanrı, kendi özünden ve nurundan onu yaratarak ona, insanı yaratma ve evreni
şekillendirme görevi vermiştir.
Ölümden sonraki
bir yaşamı kabul etmezler. İnsanın bu dünyada cezalandırılacağına ya da
ödüllendirileceğine inanırlar. Ruh ölümsüzdür, başka bedenlere girerek yaşamaya
devam eder. Yani tenasüh inancı vardır. Cennet ve cehenneme inanmazlar.
Toplu ibadet edilen ibadethaneleri yoktur. Kutsal Kitapları Kitab-ı Cilve ve
Mushafı Reş’tir.
2 28.
Vehhabȋlik
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn
Abdilvehhâb’tır. Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye de emir Muhammed b.
Suûd'la anlaşır ve böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur
(1157/1744). Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri
kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durmuştur. Çöl halkının saldırganlık ve
yağmacılıkla elde ettikleri ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini”
yaymak için cihâd adına kudsiyet kazanıyor ve meşrulaşıyordu.
Vehhabîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik”
hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir. Zira
davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında
olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında
benzerlik bulunmaktadır. Necid bölgesi tarihte sorunlu bir bölgedir. Müseylime-i
Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in
(r.a.) hilâfetinde, Hâlid b. Velid'in kılıcıyla darmadağın edildi. Hazret-i Ali
(r.a.), Vehhabȋlerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerle
savaşmıştı.
Vehhabiliğin düşünce sistemi
1.
Tevhîd
(iman ve amel): Tevhîd, kalple, lisanla ve amelle
olmalıdır. Bunlardan birisi
eksik olursa, insan Müslüman
sayılmaz. Onlara göre amel imandan bir cüzdür. İman ile küfrü ayırt eden amelî
tevhîddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen kişilerin malları ve canları helâldir.
2. Şefaat: Şefaat
birinin bağışlanmasına vesile olmak anlamına gelmektedir. Vehhabȋ
anlayışa göre Allah’tan başka herhangi bir
şeyden, meleklerden, peygamberden şefaat umulmaz.
3. Tevessül:
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmaktır. Vesile ise kendisiyle başkasına
Yaklaşılan şey demektir. Tasavvuf ve tarikatlar
sonradan ortaya çıkmış bidatlerdir. Allah’tan başkasını, melekleri,
peygamberleri ve velilerin ruhlarını vesile kılmak şirktir. Tevessül yapan
kimse öldürülür. Rabıta yapmak da onlara göre şirktir.
4.
Bid’at: Kur’ân ve Sünnet’te
olmayan her şey bidattir. En korkunç ve hattâ şîrk olarak
gördüğü
bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Peygamber’in hâtırasını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-ı
şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayısıyla
şirktir. Hz. Peygamber’e salavat getirirken “seyyidina ve mevlana" demek
bidattir.
5.
el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker:
Vehhabîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi bid’at saymış
ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in emri olduğunu
söylemişlerdir. “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden,
fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110)
âyetine göre bidatçilerle savaşmanın zarurî olduğuna inandıkları için,
kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullanmayı emri bil maruf
olarak telakki etmişlerdir.
2 29.
Kadiyanȋlik
Kadiyanîlik
veya Ahmediyye Hareketi, XIX. asrın sonlarına doğru Pencab bölgesinin Kadiyan
şehrinde Mirza Gulam Ahmed (1839-1908) tarafından kurulmuş bulunan bir dinî
hareketin ismidir. Gulam Ahmet, İngiliz hükümetini överek cihatla silah fikrine
karşı çıkmıştır. Ölümünden sonra Ahmediyye cemaati iki gruba ayrılmıştır.
Bunlar Kadıyanȋ Ahmedileri ve Lahor Ahmedileri’dir.
Kadiyanîlik,
kıyamet ve ahir zaman söylemleriyle ilgili konuları on planda tutan dinî ve
siyasi bir harekettir. Nübüvvetin devam ettiği gibi, doğrudan inanç esaslarıyla
alakalı iddiaları da bulunmaktadır. Mirza Gulam, başkasında bulunmayan
özelliklere sahip olduğunu ve Allah tarafından görevlendirildiğini öne sürerek
aşamalı olarak bazı iddialarda bulunmuştur. Gulam Ahmed, kendisini 14. yüzyıl
muceddidi olarak ilan eder.
Mirza Gulam,
1880'li yıllarda Berahin-i Ahmediyye'de Mesih'in geleceğinden, mesih ile
tabiatlarının benzediğinden bahseder. Ancak kendisinin "mesih” olduğuna
dair herhangi bir iddiada bulunmaz. Bu iddiasını, takriben on yıl sonra 1891
yılında Hz. İsa'nın göğe yükselmediği, tabii bir ölümle bu hayattan ayrıldığı,
kendisinin İsa gücü ile Mesih olarak gönderildiği hususunu dile getirir.
Kendisi mehdilik iddiasında da bulunmuştur.
Mirza Gulam
Ahmet kendisi içın nebi ve resul kelimelerini 1900 yılından Önce kullanmışsa da
tepkiler dolayısıyla açıkça dile getirmemiştir. 11 nisan 1900’de Kurban
bayramında Arapça olarak irticalen okuduğu bayram hutbesinin vahiy kaynaklı
olduğunu söylemiştir. Bu sözüne binaen taraftarları hakkında Rasüllük ve
Nebilik vasfını kullanmaya başlamıştır.
30.
Râfizȋler Kimdir?
Terim olarak
Zeyd b. Ali’nin Emevîler’e karşı başlattığı isyan esnasında kendisi Hz. Ebû
Bekir ve Ömer’i meşrû halife kabul ettiği gerekçesiyle kendisini terk eden ilk
İmâmîler’i, ardından ilk üç halifenin hilâfetini reddettikleri için bütün Şiî
grupları, daha sonra da Şiî unsurları taşıyan bazı bâtınî grupları ifade eder.
Eş‘arî, Râfizȋ
terimle İmâmiyye’yi kastederken Bağdâdî, Râfıza’nın Hz. Ali’den sonra Zeydiyye,
İmâmiyye, Keysâniyye ve Gāliyye’ye ayrıldığını belirterek bu ismi Şîa ile eş
anlamlı olarak kullanmıştır. İmâmiyye Şîası’nda imâmet nazariyesinin kurulması,
Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem’den sonra ilk imam kabul edilmesi, dolayısıyla ilk üç
halifenin hilâfetlerinin reddedilmesi sebebiyle Ehl-i sünnet âlimleri tarih
boyunca İmâmiyye Şîası’nı bu isimle anmış, onların inanç ve düşüncelerine karşı
“er-red ale’r-Râfıza” adıyla çok sayıda eser kaleme almıştır.
Selçuklu
kaynaklarında hemen hiç rastlanmayan terim Osmanlı tarih eserlerinde sıkça yer
almıştır. Bu terimle daha çok Şiî unsurlar taşıyan bâtınî gruplar kastedilmiştir.
3 31. Takiyye Nedir? التقيّة
Takiyye, dinî,
manevî veya dünyevî zararları önlemek için kişinin muhalifler karşısında
imanını veya inancını gizlemesi demektir. Takiyye, gerçeği ustaca gizleme
sanatıdır. Özellikle İmâmiyye’de muhaliflerin baskısından kurtulmak, isyan
etmeye elverişli bir durum ortaya çıkıncaya kadar toplumun ve yöneticilerin
dikkatini çekmemek için takıyye yöntemine başvurulmuştur. İmâmiyye’ye göre bu
nevi takıyye uygulaması ilk dönemlerden itibaren başlamıştır. Resûlullah’ın
vefatından sonra ilk üç halifenin hilâfeti devrinde asıl hak sahibi olan Hz.
Ali’nin sükût etmesi bir takıyye olduğu gibi oğlu Hasan’ın Muâviye ile hilâfet
konusunda anlaşması da takıyye mahiyetindedir.
Şiilerce
takıyye, dinin kâfirler karşısında bir mümine tanıdığı ruhsatın ötesinde
belirli Şiî grupların maksatlarına ulaşabilmek için uyguladıkları bir
yöntemdir. Diğer bir ifadeyle takıyye, muhaliflere karşı uygulanan siyasî bir
mahiyete bürünmüş, istenen sonuca ulaşabilmek için söylenen sözleri zâhir ve
bâtın diye ikiye ayırıp ilkini herkesin, ikincisini ancak mezhep mensuplarının
anlayabileceği bir terminoloji oluşturulmuştur.
3 32. Şiiliğin Temel İlkeleri Nelerdir?
(VİTİR)
1.
Vasiyyet: Hz. Peygamber Hz. Ali’ye hilafet için vasiyette bulunmuştur. Hz.
Ali de kendisinden sonra vasiyette bulunmuştur. İmamı belirleme işlemi vasiyete
uygun yapılmıştır.
2.
İsmet: İmamlar masumdur, her türlü günahtan, hatadan korunmuştur.
3.
Ric’at: Hz. Ali peygamberin vasisi olduğu için o da bir gün Hz. İsa gibi
geri dönecektir.
4.
Takiyye: Ortama uygun olarak inançlar gizli bir şekilde yaşanır ve yayılır.
5.
İmamet: İmama itaat imanın rüknüdür. İmam nass ile belirlenir. Vasiyet ile
tayin edilir. İmam bütün ilimleri Hz. Peygamberden tevarüs etmiştir. İlk imam
Hz. Ali’dir.
3 33. Şia hakkında bilgi veriniz.
Şia, Hz. Peygamber’den
(s.a.s.) sonra insanların en faziletlisi olarak Hz. Ali’yi kabul edip onun nass
ve Peygamber’in tayiniyle imam olduğuna, Hz. Ali’den sonra imametin kıyamete
kadar onun soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanan kimselerin müşterek ismi
olmuştur. Şia mensuplarının hepsi de ehli beyte bağlılıkta ve onları
yüceltmekte taassuba düşmüşlerdir. Onları diğer mezhep ve fırkalardan ayıran en
büyük ve en önemli özellikleri budur.
Hicri I. Asırda
vuku bulan Tevvabun hareketi, Muhtar es-Sakafi isyanı ve İbn Sebe fitnesinin
Şiî fikirlerin teşekkülüne zemin hazırladığı kabul edilir. Tevvabun hareketi,
Kerbela’ın intikamını almak niyetiyle giriştikleri bir harekettir. Hz.Ali, Hz.
Hasan ve sonrasında Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle devam eden hadiseler
Müslümanlar arasında bir Ehl-i Beyt taraftarlığını gündeme getirmiş, onların
hak ve hukuklarını savunmak adına bazı girişimler vuku bulmuştur. Daha sonra bu
siyasi ve dini anlayışlarını da şekillendirmeye başlamıştır. Genel anlamda
Şiilik Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye şeklinde üç ana gruba ayrılmıştır. Her
bir fırkanın kendi siyasi ve dini anlayışları olup Günümüze kadar devam
etmişlerdir.
1.
Zeydiyye Fırkası
Mutedil Şîa’nın
ilk mezhepleşme hareketlerinden biri Zeydiyye ile başlamıştır. Zeyd b. Ali b.
Hüseyin b. Ali’dir (r.a). Zeyd b. Ali Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra
Emevilere karşı ayaklanan ilk kişidir. Zeydiyye ilk olarak tamamen siyasi
Saiklerle ortaya çıkmakla beraber zamanla itikadi bir mahiyet kazanmıştır. Şii
fırkalar arasında Ehl-i Sünnet’e en yakın olanıdır.
Görüşleri: İmamette nass ile tayin ve vasilik söz konusu değildir. Ancak
imamda bulunması gereken özellikler belirtilmiştir. Bu özelliklere göre Hz. Ali
Peygamber’den sonra imamlığa en layık kişi olarak kabul edilir. İmam ilim ve
takva sahibi olmalıdır. İmamda ismet vasfı yoktur. İlim ise kesbidir. İmam
Kureyşi olmakla beraber Haşimî ve Hz. Fatıma (Hz. Hasan ve Hüseyin) soyundan
olmalıdır. İmam, imametini açıkça ilan etmelidir. Mefdulun (Az faziletli)
imameti geçerlidir. Büyük günah işleyen nimeti inkâr manasında kâfirdir. Ameli
konularda ise Hanefi mezhebine paralel görüşlere sahipler. Mestlerin üstünü
mesh caizdir. Ehl-i Kitab’ın kestiği caiz müt’a ise haramdır. Zalim idarecinin
arkasında kılınan namaz sahihtir. Zeydiyye’nin Mu’tezile’den farkı beş temel
esastan olan ‘el-Menzile beyne’l Menzileteyn’ ilkesi yerine İmamet ilkesini
saymışlardır.
2.
İsmailiyye
Bu fırka;
Cafer’i Sadık’ın oğlu İsmail’e nisbetten İsmailiye, Nasların zahiri
manasını kabul etmeyip, ancak Allah ile irtibatlı olan ‘Masum İmam’ın bunların
gerçek anlamını bilir diyen Batıniyye,
Hamdan b. Eş’as Karmata’ya nisbeten Karamita, sır ve
hakikkatlerin manasını ancak masum imamın bildirmesi ile bilinebileceğini
savunan Talimiyye ve yedi rakamına kutsiyet atfettikleri için Seb’iye
gibi isimlerle de anılmıştır.
İsmailiyye’nin
Teşekkül Süreci
Gizli ve
ihtilalcı bir hareket olarak ortaya çıkan İsmaililiğin doğuşunda ekonomik
sıkıntılar, eski kültürler ve iktidar mücadelelerin büyük rolü vardır. Hasan
Sabbâh’ın İran’da tesis ettiği fedai teşkilatıyla İsmaililiğin Irak, İran,
Suriye ve Anadolu’da yayılması sağlanmıştır.
Görüşleri
Aşırı Te’vil ve
Zahir Batın Ayırımı: Bu anlayışın en önemli özelliği
zahir ve batın ayırımıdır. İsmailiyye’nin inancına göre, Kur’an ve İslam
şeriatının zahiri manası ile batıni manası tamamen birbirinden ayrılır. Bu
özelliklerinden dolayı ‘Batıniyye’ diye isimlendirilmiştir.
Yedi Devir
İnancı: İlk İsmaililere göre, insanlığın
dini tarihi yedi devirden müteşekkil olup her bir devir, şeriat getiren bir
peygamberle başlamaktadır. Hz. Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed
(Aleyhimü’s-Selam) bu peygamberlere Natık denilmiş. Ve her bir Natık’ın nasları
te’vil eden bir Vasi’si vardır. Hz. Peygamber’in vasisi ise Hz. Ali’dir.
İmamet ve
Nübüvvet: Şia’da olduğu gibi İsmailiyye’de
de şehadete “Ali Allah’ın velisi ve Nebinin vasisidir.” İbaresi eklenmiştir.
Bundan dolayı Hz. Peygamber için sabit olan hususlar Hz. Ali ve soyu için de
sabittir. İsmaililere göre imamet, imanın en önemli esasıdır.
İman: Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) onun
kulu ve elçisi olduğuna, Cennet, Cehennem ve öldükten sonra dirilmenin hak
olduğuna, kıyametin mutlaka kopacağına şehadet etmek, zamanın imamını bilip
tasdik ederek emrine teslim olmaktır.
3.
İmamiyye Şiası
Peygamber’in (s.a.s.)
vefatından sonra Hz. Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını Allah’ın
emri ve Peygamber’in tayini ve vasiyeti ile meşru imam kabul eden ve böylece on
iki imama inanmayı dinin asıl rükünlerinden biri olarak görenlerin
mezhebidir.
Ayrıca on iki
imamı kabul ettikleri için isnâaşeriyye; itikat ve amelde İmam
Sadık’ın görüşlerini benimsedikleri için Caferiyye de
denmiştir.Bu fırka günümüzde varlığını sürdüren ve en fazla taraftara sahip
olan Şii fırkalardan birisidir.
İmamiyye’nin Teşekkülü
İmamiyye çizgisindeki ilk ciddi farklılaşma ve imamet nazariyesi oluşturma
teşebbüsleri İmam Cafer Sadık döneminde filizlenmeye başlamıştır.
Şia’nın on iki
imamı: 1- Hz. Ali (40/661) 2- Hz. Hasan (50/6730) 3- Hz. Hüseyin
(61/680) 4- Ali Zeynel Abidin (95/173) 5- Muhammedd Bakır (114/733) 6- Cafer-i
Sadık (148/765) 7- Musa Kazım (183/799) 8- Ali er-Rıza (203/818) 9- Muhammedd et-Taki (220/835) 10- Ali
en-Naki (254/868) 11- Hasan el-Askeri (260/873)
12- Muhammet el Mehdi (256/ 870)
Tarihçesi
1. Gaybet Öncesi İmamlar Dönemi:
İlk 11 imamın
olduğu dönemdir. 12. İmam Muhammed el-Mehdî b. Hasan
el-Askerî: Mehdî”dir. Şiîlere göre, babası Hasan
el-Askerî’nin vefatından sonra gizlenmiştir; hâlen sağdır ve kıyametten önce
zuhur ederek zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır.
2. Küçük Gaybet ya da Sefirler
Dönemi
260/873
yılından 15 Şaban 328/ 27 Mayıs 940 tarihine kadarki 68 yıllık devreye Gaybet-i
Suğrâ (Küçük Gizlilik) denir. Bu dönemde, On ikinci İmam’la
Şiîler arasında, arka arkaya sırasıyla dört kişinin onunla görüşerek irtibatı
sağladıklarına ve sefirlik hizmeti gördüklerine inanılır. Bunlara Dört Sefir
(Sufera-i Erbaa) veya Dört Naib (Nüvvâb-ı Erbaa) denir.
ı). Ebû Amr Osman b.
Said: ıı). Ebû
Ca‘fer Muhammed b. Osman
ııı). Hüseyin b. Ruh
en-Nevbahtî ıv). Ali b. Muhammed
es-Samarrî
3. Büyük Gaybet Dönemi:
Sonuncu sefirin
ölümüyle başladığı kabul edilen “Büyük Gaybet/ Gizlilik Dönemi” hâlâ devam
etmektedir. Büyük Gaybetin başlangıç yıllarından itibaren Şiî-İmâmî âlimler, On
İkinci İmâm’ın gaybette olduğunu, bunun daha uzun bir zaman alacağını, bu
duruma inanmanın dinin bir aslı olduğunu açıklayan kapsamlı eserler telif
etmeye başladılar.
İsnâaşeriyye
Şiîliği, ilk defa Büveyhîler Döneminde (932-1062), kendi varlığını rahatça açıklayabilmiş
ve mezhebî bazı uygulamaları hayata geçirebilmiştir.
Şah İsmail, kısa bir zamanda İran’da siyasî birliği sağlamış,
İsnâaşeriyye Şiîliği’ni resmî mezhep olarak ilân etmiş, büyük
çoğunluğu Sünnî olan İran coğrafyasını zorla Şiîleştirmeye başlamıştır.
Âyetullah
Humeynî 1979 yılında, İran’da devrimi gerçekleştirmiş ve ortaya
koyduğu velayet-i fakih görüşü doğrultusunda devletin başkanı
olmuştur.
Görüşleri
1. Tevhid: Allah’ın var ve bir olduğuna, hiçbir eşi-benzeri bulunmadığına
inanmaktır. Tevhid dört kısımdır: 1-Tevhid-i zat; Allah’ın zatı
itibariyle birlenmesi. 2- Tevhid-i Sıfat: Allah’ın bir takım zati
sıfatları vardır. 3- Tevhid-i Fiil: Varlık aleminde Allah’dan başka bir
müessir yoktur. 4- Tevhid-i İbadet: Hiçbir şekilde Allah’dan
başkasına kullukta bulunulmaz.
2. Nübüvvet: Nübüvvetin ilahî bir vazife ve Rabbanî bir sefirlik olduğuna
inanır.
3. Adalet: Allah'ın âdil olması, hiçbir kimseye zulmetmemesi, insanların da
iradesinde ve fiillerinde hür olması demektir.
4. Mead: Mead, öldükten sonra dirilmenin ve âhiret hayatının
gerçekleşeceğine olan inançtır
5. İmamet: İmamet, Şia’nın inanç sisteminin omurgasını oluşturur
İmamiyye’de imamın sahip olması
gereken özellik ve sıfatlar:
İsmet, İlim, imamın tebaasının en
faziletlisi, en cesaretlisi, en cömerdi olması ve olgunluk alameti sayılan her
konuda tebaasının en mükemmeli olmasıdır. Şecaat; imamın fitneyi önlemek, batıl
ehliyle mücadele ve onları batıldan men etmek hususunda, gerekli olan şeye
sahip olmasıdır.
İmamiyye’nin usulüddinden saymadığı;
ancak itikadi konular arasında yer verdikleri üç mesele:
Takiyye: Korunmak, sakınmak. Can ve mal güvenliği sebebiyle inancı gizlemek
olduğundan farklı görünmektir.
Beda: Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir
olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesine denir.
Ric’at: Allah’ın bir grup insanı, mehdinin çıkışı sırasında, eski suret ve
şekilleri ile dünyaya döndüreceğine inanmaktır.
34. Gadȋr-i Hum Nedir?
34. Gadȋr-i Hum Nedir?
Hz. Ali’nin imametinin açıklandığına
inanılan yer olması bakımından Şiȋ gruplar nezdinde tarihi önem taşıyan bir
yerdir. Burası Mekke ile Medine arasındaki Cuhfe mevkiine 4 km kadar
uzaklıktadır. Bütün Şiȋ gruplarına göre Hz. Peygamber veda haccı dönüşünde
aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde önemli bir hususu bildirmek
maksadıyla burada konaklamış, kendisine indirilen bir vahiy (maide 5/67)
doğrultusunda bütün sahabeyi toplamış ve onlara bir konuşma yapmıştır. “sekaleyn hadisi” diye meşhur olan
sözlerini söylemiştir: “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın
kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa
düşmezsiniz.” Resûl-i Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra Hz. Ali’yi sağ
tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş: “Ben kimin mevlâsı isem
Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!”
Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar sırasıyla gelip Hz.
Ali’yi tebrik etmişler.
Gadîr-i Hum olayı Ahmed b. Hanbel,
Müslim, İbn Mâce ve Hâkim en-Nîsâbûrî gibi Sünnî muhaddislerin naklettikleri
hadislerde de geçmektedir. Hadiste geçen “mevlâ” ve onunla birlikte “velî”
kelimeleri “halife” veya “imam” değil “dost, efendi, arkadaş” mânalarına gelir.
Sünnî kaynaklarına göre bu hadis, çeşitli savaşlarda müşrik akrabalarını
öldürdüğü için Müslümanlar arasında Hz. Ali’ye karşı duyulan antipatiyi
gidermek ve en önemlisi, Yemen seferinde (10/631-32) ganimetlerin
paylaştırılması sırasında katı davranışları ve beraberindekileri küstürmesi
sebebiyle kendisini Hz. Peygamber’e şikâyet edenleri teskin edip Müslümanlar
arasında kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir.
Gadîr-i Hum, Şiî dünyasının 18
Zilhicce’de coşku ile kutladığı bir bayramdır. 18 Zilhicce, günümüzde de halk tarafından İran’da, her biri Ebû
Bekir, Ömer ve Osman’ı temsil eden içleri balla doldurulmuş üç çöreğin
bıçaklanması suretiyle kutlanır. Onlara göre bal üç halifenin kanını sembolize
eder.
3 35. Eş’arȋ’nin yazdığı eserleri sayınız.
1.
Makâlâtü’l-İslâmiyyȋn
ve ihtilâfu’l-musallȋn: Müslümanlar
arasında itikadla ilgili
olarak ortaya çıkan farklı görüş ve
mezheplere dair önemli ilk kaynaklardandır Eserin içeriği şahıs veya
mezheplerin görüşlerine ait olmak üzere nakillerden ibaret olup birkaç yer
dışında (s. 297, 483, 552) Eş‘arî, şahsî kanaat ve eleştirilerine yer vermediği
gibi nakledilen görüşlerin delillerine de temas etmez.
risâledir. Eser üzerinde ciddi bir çalışma yapan
Fevkıyye Hüseyin Mahmûd’un isabetli görünen kanaatine göre kitap, Eş‘arî’nin
Ehl-i sünnet mezhebine intisap edişinin bir göstergesi olarak bu intisabın ilk
günlerinde yazılmış olmalıdır.
konularını Ehl-i sünnet’e göre
açıklayan eseridir. Eş‘arî,
kitabının mukaddimesinde bazı konularda gerçeği açıklamak ve bâtıl görüşleri
reddetmek amacıyla muhtasar bir eser kaleme aldığını belirtir (s. 5). On
bölümden oluşan kitabın ilk dört bölümü ilâhiyyât, üç bölümü kader, iki bölümü
iman kavramı, son bölümü de imâmet konularına dairdir.
el-İbâne’nin
aksine Eş‘arî bu kitabında Ahmed b. Hanbel’den hiç söz etmez ve Selef
telakkisinden uzaklaşarak akılla nakil arasında denge kurmaya çalışan kelâm
metodunu benimser. Naslarda yer alan müteşâbih lafızları te’vile yönelir.
Eş‘arî’nin el-Lümaʿı hayatının hangi döneminde kaleme aldığına ilişkin farklı
görüşler bulunmaktadır.
el-Lümaʿ,
mezhebin temel görüşlerini büyük oranda ortaya koyduğundan Eş‘arîler için
önemli bir eserdir. Mâtürîdîlik’te Kitâbü’t-Tevḥîd’in oynadığı rolü
Eş‘arîlik’te el-Lümaʿ üstlenmiştir.
metotlarını tenkit edenlere cevap
olarak yazdığı risâledir. el-Ḥas̱
ʿale’l-baḥs̱’in Eş‘arî tarafından ne zaman yazıldığı tartışmalıdır. Hadis
ehline karşı kaleme alındığı için eserin Mu‘tezilî döneme ait olabileceği ifade
edilmiştir. Ancak Ehli Sünnet çizgisindeyken yazdığı söylenmektedir. Eş‘arî,
Mu‘tezile’den ayrıldıktan sonra ashâbü’l-hadîsin çizgisini olduğu gibi
benimsemek yerine el-İbâne’den başlayarak kelâm metodunu selefin itikadî
görüşlerine uygulamak istemiştir.
3 36.
İmam Azamın yazdığı kitaplar nelerdir?
1. el-Müsned. Talebeleri
tarafından Ebû Hanîfe’den rivayet edilen hadisleri, diğer bir ifadeyle Ebû
Hanîfe’nin ictihadlarında delil olarak kullandığı hadisleri ihtiva eden bir
eserdir. Rivayetlerin toplanmasında veya tasnifinde etkin rol oynayan
şahısların adlarıyla anılan ve önemli bir kısmı basılmış olan yirmiyi aşkın Ebû
Hanîfe müsnedi mevcuttur
2. el-Fıḳhü’l-ekber. Akaide dair olup
Ehl-i sünnet’in görüşlerini özetlemiştir. Başta I. Goldziher olmak üzere bazı
şarkiyatçılar bu eserin Ebû Hanîfe’ye nisbetini sahih görmezlerse de kitabın
ona ait olduğunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir. Birçok şerhi bulunan
eser, bazı Doğu ve Batı dillerine de tercüme edilerek defalarca basılmıştır (
3. el-Fıḳhü’l-ebsat. Akaidle ilgili olup
oğlu Hammâd ile talebeleri Ebû Yûsuf ve Ebû Mutî‘ el-Belhî tarafından rivayet
edilmiştir. Kitapta kader konusunda bir bölüm, Allah’ın dilemesi babı, Günah
işleyen kimsenin kafir olduğu iddiasının reddi bölümü ve iman babı
bulunmaktadır.
4. el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim. Ehl-i sünnet’in
görüşlerini açıklayıp savunma amacıyla ve soru-cevap tarzında kaleme alınmış
akaide dair bir risâledir
5. er-Risâle. Ebû Hanîfe, Basra
Kadısı Osman el-Bettî’ye hitaben yazdığı bu eserinde akaid konularında
kendisine yöneltilen bazı itham ve iddialara cevap vermektedir
7. el-Ḳaṣîdetü’n-Nuʿmâniyye. Hz. Peygamber için
yazdığı na‘t olup basılmıştır.
3 37.
Agnostisizm nedir?
Türkçeye bilinmezcilik olarak
çevrilen Agnostisizm, tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceğini
savunur. Bu görüşü savunanlara ise agnostik yani bilinmezci denir. Klasik İslâm
düşünce geleneği içinde اللا أدريّة
lâ edriyye kullanılmaktadır. Lâ edriyyenin terim olarak ilk ortaya çıkışı,
özellikle kelâmcıların sofistler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileri
çerçevesinde gerçekleşmiş, daha sonra modern Müslüman müellifler tarafından
XIX. yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen agnostisizme karşılık olarak
kullanılmıştır.
Agnostik düşünceye göre, insan aklı
Tanrı hakkında bir tutum sergileyebilecek durumda değildir. Bu nedenle Tanrı
hakkında konuşmak anlamsız ve imkânsızdır. Agnostisizm’in dinler hakkındaki
görüşü kesin ve nettir. Zira agnostik düşünceye göre dinler kesinlikle insan
ürünüdür.
Agnostik düşünce, genel anlamda “zayıf
agnostisizm” ve “güçlü agnostisizm” olmak üzere ikiye
ayrılır.
a) Zayıf agnostisizme göre,
Tanrı hakkında yorum yapılabilir, Tanrı hakkında konuşulabilir ve hatta
Tanrının varlığı ve yokluğu bilinebilir. Ancak şu anki bilgilerimiz bunun için
yetersizdir. Dolayısıyla, Tanrı konusunda kesin bir karara varmak için
erken davranmak anlamsızdır. Bu düşünceye göre, evrenin kökeni belki bir
gün bilinebilir; ancak şu an bilinemediğinden, Tanrının varlığına inanç
konusunda tarafsız kalmak en iyisidir.
b) Güçlü agnostisizm ise
Tanrının varlığının kesin olarak bilinemeyeceğini savunur. Bu anlayışa
göre Tanrı, insan bilgisinin ve aklının sınırları dışındadır. Dolayısıyla onun
hakkında konuşmak anlamsızdır. Çünkü aklımız, Tanrı konusunu sonuçlandırmakta
yetersizdir. Tanrı insanoğlunun asla ulaşamayacağı, bir sonuca varamayacağı
konular arasındadır.
3 38.
Selefiyye ve ilkeleri hakkında bilgi veriniz.
Sahabe, tabiun ve onlar gibi düşünen İslam âlimleridir. İtikadi
görüşleri, ayet ve hadiste geçenler teşbih, tecsim ve tevil olmaksızın kabul
edilir. Akıl ve rey bu hususta belirleyici değildir. Fıkhȋ olarak, Kur’ân ve
Sünnette bulunmayan hususlarda rey yoluna giderler. Müteşabihat konusunda tevil
caiz değildir. Çünkü tevil ancak akılla yapılır. Akıl ise bu konularda yetkili
değildir.
İlkeleri: (Kodlaması T TAKSİM)
1-
Takdis: Allah’ı azametine layık olmayan her şeyden tenzih etmektir.
2- Tasdik: Müteşabih ifadelerin Allah’ın azametine uygun bir şekilde var
olduğunu şeksiz kabul etmektir. Allah’ı bizzat kendisinin ve Peygamberinin
tanıttığı gibi bilmek ve tasdik etmektir.
3-
Aczini
itiraf etmek: Müteşabih ifadelerin maksadını
bilmemek ve bunu itiraf etmek. Tevil ve yorum yapmadan maksadını Allah’a
bırakmak.
4-
Sükut: Müteşabih ifadelerin anlamını sormamak ve onlara dalmamaktır.
Cahilin bunları sormaması, âlimin de cevap vermemesidir.
5-
İmsak
(uzak tutma): Müteşabih ifadeler üzerinde yorum
ve te’vilden sakınmak.
6-
Keff: Müteşabih olan hususlarla zihnen ve kalben bile meşgul olmamaktır.
7-
Marifet
ehline teslim: Müteşabih ifadelerin herkese kapalı
olduğu zannedilmemelidir. Peygamberler, âlimler, sıddık ve veliler zor görülen
bazı hususları bilebilir. Bunu kabul etmek gerekir.
39.
Makâm-ı Mahmûd Nedir?
Sözlükte
“övgüye lâyık yer, yüksek dereceli mânevî makam” anlamına gelen makām-ı mahmûd,
kıyamet günü sorgulama öncesinde uzun bekleyiş sebebiyle bütün insanların
sıkıntıda bulunduğu bir sırada Resûl-i Ekrem’e ilâhî rahmetin tecelli etmesi
yolunda niyazda bulunması izin ve yetkisini ifade etmektedir.
İsrâ suresi 79.
Ayette “Gecenin bir vaktinde kalkıp kendine mahsus nâfile bir ibadet olarak da
namaz kıl ki, rabbin seni övülmüş bir makama yükseltsin.” bu tabir geçmektedir.
Ayrıca ezan duası olarak “O’nu vaad ettiğin makām-ı mahmûda ulaştır.”
geçmektedir.
İslâm âlimleri
Kur’an’da mahiyeti açıkça belirtilmeyen, hadis kaynaklarında ise farklı
biçimlerde zikredilen bu tabirle ilgili çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
Taberî, âlimlerin çoğunun makām-ı mahmûdu, Hz. Peygamber’in kıyamet günü
insanlara şefaatte bulunacağı konum olarak yorumladıklarını söylemektedir. Genellikle İslâm âlimleri
makām-ı mahmûdun tefsirinde şefaati esas almışlardır. Onları bu yoruma sevkeden
âmil makām-ı mahmûdu şefaatle tefsir eden hadis rivayetleri olmalıdır.
3 40. Şefaati Uzmâ nedir?
En yüksek
şefaat makamıdır. Peygamberimizin (sav) kavuşacağı, Allah tarafından vaad
edilen makamdır. Peygamberimiz (sav) "Şefaatim, ümmetimden büyük
günah işleyenler içindir" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî,
“Kıyâmet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37) buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bundan başka
bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap
ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua
ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i
uzmâ" (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da
“makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (el-İsrâ 17/79)
4 41. Varlık Nedir? Gazali’de varlık iman
teorisi?
Gazali’nin
varlık anlayışının temeli İLK VARLIKTIR. O’na göre her varlık bir nurdur. Bu
nurlar içinde en yüksek nur ve eşi olmayan tek gerçek nur Allah’tır. Bütün
nurlar ondan meydana gelmiştir. Hakiki olan yalnız onun nurudur. Hepsi O’nun
nurundandır. Doğrusu, var olan O’dur. Nur Allah’tan ibarettir. Diğer varlıkların
varlığı mecaz yoluyladır. Onlar varlıklarını yaratıcı olan ilk varlığa nispetle
kazanırlar. Var oluşlarını kendi zatlarından değil tabi oldukları zattan
alırlar.
Gazali varlık
nedir? Sorusuna “O bir cins değildir” şeklinde cevap verir. Gazali
metafiziğinde varlık iki türdür:
1.Vacip varlık 2. Mümkün varlık
Vacip Varlık;
varlığı kendinden olan zaruri varlıktır. Mümkün Varlık; varlığını ilk ve asıl
varlıktan alan varlıktır. Bu ikisi arasında kalan varlık “MUHAL” varlıktır.
Muhal, yokluğu zaruri olan varlıktır. Bu varlıklar, mutlak yokluktadır, var
olmaları düşünülemez. Örneğin Anka kuşu ve Kaf dağı gibi.
1.Vacip Varlık: Vacip varlık, varlığı kendinden olan başkasına fayda sağladığı
halde kendisi başkasından fayda sağlamayan varlık, Allah’tır. Gazali’ye göre
vacip varlığın özellikleri şunlardır.
a. Cevher
olamaz: Zorunlu varlık cevher olamaz çünkü
yer kaplayan herhangi bir şey, bileşik değilse buna cevher denir. Cevher bir
yere muhtaçtır. Boşluğu doldurur. Bu nedenle değişmelerden hali değildir. Yani
hareketten uzak kalamaz. Bir yere sahip olan cevher ya hareket halinde olacak ya
da sakin olacaktır. Hareket ve suskun hadistir. O halde cevherde hadistir.
b. Cisim
olamaz: Cisim yer işgal eden cevherlerden
meydana gelir. Cevher hareket, suskun, şekil ve miktar gibi hadis olan
şeylerden hali olmadığı için o da hadistir. o halde cevherden oluşan cisimde
hadistir. Zorunlu varlık cevher olmadığı gibi cisimde olamaz.
c. Araz olamaz: Araz kadim değildir, varlığı bir zata dayanandır. Bu zat ya cisim
veya cevherdir. Araz bir cisimde bulunur. Cismin hadis oluşu zorunlu olunca,
şüphesiz ona dayanan şeyinde hadis olması gerekir. O halde zorunlu varlığın
araz olması imkânsızdır.
Zorunlu varlık
bir’dir. Ortağı yoktur. Tektir. Ezeli ve ebedidir. Yani varlığı devamlı vardır
ve sonu yoktur. Hiçbir şeye de muhtaç değildir. Bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Hiçbir varlığa benzemez. Hiçbir varlık da ona benzemez.
2. Mümkün
Varlık: Gazali’ye göre mümkün varlığın
nedeni dışarıdan gelir. Varlığı kendi nefsi ile değildir, emanettir, geçicidir.
Bu varlık türü zatı yönünden ele alındığında sırf yokluktan başka bir şey
değildir. Vücudunu ancak dışarıdan almaktadır. Gerçek bir varlığı yoktur.
Sonuç olarak gazali Ehl-i Sünnet ekolüne mensup kalarak gerçek
varlık olarak Allah’ı kabul etmektedir. O’nun dışında bulunan varlıklar, bu
varlığını bu asıl varlığa borçludur.
4 42. Peygamberlerin küçük ve büyük günah
işleme durumunu mezheplere göre anlatınız.
İSMET العصمة
: Kelâm literatüründe ismet
“peygamberlerin Allah tarafından günah işlemekten korunması” şeklinde
terimleşmiştir. Ehl-i sünnet’e ve Mu‘tezile’ye göre ismet sadece peygamberlere
ait bir sıfattır; Şîa grupları
ise imamların da mâsum olduğuna inanmaktadır.
Mâsumiyetin niteliği konusunda
mezhepler farklı görüşler benimsemiştir. Mâtürîdîler’e göre ismet, peygamberin
iradesini devre dışı bırakmadan onu kötü fiillerden caydırıcı, hayırlı fiillere
sevkedici bir sıfattır. Nitekim Mâtürîdî ismetin mihneti izâle etmeyeceğini
belirtmiştir Peygamberin günahtan korunmuş olması onu taate zorlamadığı gibi
günah işlemekten de âciz bırakmaz. Mu‘tezile ile Şîa âlimlerinin ismet
telakkisi de aynı paraleldedir
Eş‘arî kelâmcıları ismeti “Allah’ın
peygamberde taati yaratıp mâsiyeti yaratmaması” diye tanımlamış, mâsum kimsede
onu kötülüklere yönelmekten koruyan bir özelliğin bulunduğunu söylemiştir.
Eş‘ariyye’nin bu görüşü peygamberi bir bakıma melek statüsüne çıkarıp onun
günah işleme iradesini ortadan kaldırmaktadır.
Ehl-i sünnet’in çoğunluğu ile
Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ve Ebû Ali el-Cübbâî peygamberlerin nübüvvet vaktinden,
Mu‘tezile’nin çoğunluğu bulûğa ermelerinden, Şîa ise peygamberlerle birlikte
imamların da doğumlarından itibaren mâsum oldukları görüşündedir. İslam
âlimleri,
peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfür ve şirkten korundukları görüşündedir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri konularda da yalan söylemekten korunmuş oldukları hususunda ulemâ fikir birliği içindedir.
peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfür ve şirkten korundukları görüşündedir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri konularda da yalan söylemekten korunmuş oldukları hususunda ulemâ fikir birliği içindedir.
Peygamberlerin fiil ve
uygulamalarındaki korunmuşluklarına gelince, ismeti nübüvvetle başlatan Ehl-i
sünnet’in çoğunluğuna göre onların nübüvvetten önce günah işlemeleri mümkündür.
Büyük günah olması da aklen imkân dahilinde bulunan bu hususu nefyeden naklî
bir delil yoktur. Peygamberler nübüvvetten önce günah işledikleri takdirde
ilâhî irade ile tavırlarını değiştirip doğru yola yönelir ve toplum içinde
güvenilir kişiler olma niteliğini korurlar.
Ehl-i sünnet kelâmcıları,
nübüvvetten önce ve sonra peygamberlerin kasten veya sehven yüz kızartıcı
günahlardan korunmuş oldukları hususunda görüş birliği içindedir. Onların katı
kalplilikten, nefret uyandıran her türlü davranıştan, hafifmeşreplilikten,
küçük düşürücü fiiller işlemekten uzak durmaları gerekmektedir. Bu tür günahlar
küçük sayılsa bile peygamberlerin toplum içindeki saygınlıklarını zayıflatarak
etkinliklerini azaltır.
Mu‘tezile âlimlerinin çoğunluğuna
göre peygamberler nübüvvetten önce ve sonra kasten veya sehven büyük günah
işlemekten korunmuştur. Yüz kızartıcı günahlardan korunmakla birlikte yanılarak
ya da unutarak diğer küçük günahları işlemeleri mümkündür.
Şîa’ya göre peygamberler yanında Hz.
Fâtıma ile imamlar doğumlarından itibaren küfür ve şirkten, yalan söylemekten,
büyük küçük her türlü günahtan, hata, yanılma ve unutmadan mâsumdur.
4 43.
Zelle Nedir?
Kaynaklarda zelle iki şekilde
tanımlanmıştır. Ebü’l-Berekât en-Nesefî’ye göre zelle, yürüyen kimsenin çamurda
kayması gibi herhangi bir kasıt
olmadan ilâhî emre aykırı biçimde işlenen fiildir. Tehânevî’ye göre mükellefin
meşrû bir işi
yaparken gayri meşrû bir işe düşmesi veya
kasıt olmaksızın yapılan küçük
günahtır. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Beyâzîzâde Ahmed
Efendi gibi Mâtürîdî âlimlerince zelle peygamberlere nispet edilmesinden
hareketle, “nübüvvet döneminde peygamberlerden yanılma
veya unutma sebebiyle zuhur eden küçük günahlar” şeklinde
açıklanmıştır.
Eş‘arî, Mâtürîdî ve Mu‘tezilî âlimlerinin bir
kısmı zelle yerine “sagair”
(küçük günahlar) tabirine yer vermiştir. Hanefî-Mâtürîdî
âlimleri ise peygamberler hakkında sağair kelimesine
özellikle yer vermemiş,
bunun yerine zelleyi tercih etmiştir.
İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîler’in büyük çoğunluğu peygamberlerin
zelle işleyebileceğini kabul eder. Eş‘arî
ise peygamberlerin nübüvvetten önce mâsiyet ve zelle kapsamına
giren kusurlar işlemiş olabileceğini; ancak nübüvvet döneminde böyle bir şeyin meydana geldiğine dair herhangi bir nas bulunmadığını söyler. Sonuçta Eş‘arîler’in
çoğunluğu sehiv ve hatann günah kapsamına girmediğini, dolayısıyla peygamberin zelle işlemesinin
mümkün olduğunu kabul eder.
Mu‘tezile çoğunluğunun benimsediği anlayışa göre peygamberlerin bilerek “tane miktarınca dahi olsa” eksik tartmak gibi nefret ettirici sagair işlemeleri
düşünülemez; diğer sagairi işlemeleri mümkündür.
Mu‘tezile’ye göre peygamberlerin günahları bir ictihad
ve değerlendirme hatasıdır. Mesela
Yüce Allah Adem ve Havva’ya ağaçtan yemelerini yasaklarken ağaç cinsinden yemeyi
murat ettiği halde Hz. Adem bizzat işaret edilen ağaçtan yemelerinin
yasaklandığını zannetmiş ve aynı cinsten başka ağaçtan yemiler ve böylece
ağaçtan yeme yasağının yorumunda hata etmişlerdir.
4 44.
Burhanı innȋ ve limmȋ nedir? Açıklayınız.
Burhanı limmȋ: Müessirden esere, sebeplerden neticelere doğru yapılan istidlal, yani
delile dayanarak sonuca varma usulüdür. Mesela,
merhametli bir zâtın şefkatinden, cömertliğinden söz ediyorsunuz ve böyle bir
zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır diyorsunuz.
Burada müessirden esere intikal etmiş oluyorsunuz. Sinan ve Süleymaniye, ikisi
de birbirine delildir. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde
maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu
yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir
eser çıkar.” diyerek, Süleymaniye’yi gösteriyoruz. Burada müessirden
esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl söz konusudur.
Burhanı innȋ: Eserden müessire, neticelerden sebeplere gidilerek yapılan
istidlaldir. Mesela Selimiye camiini bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata
hayran kalıyor ve sonunda: “Böylesine muhteşem bir eserin mimarı, elbette büyük
bir dâhi, eşsiz bir sanatkârdır.” Hükmüne varıyorsunuz. Yani eserden müessire, neticeden
sebebe bir istidlal vardır.
Öte yandan, bir gurup fakirin her
gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının
aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyoruz. Ve “Bu
yardımları yapan mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır.” diye
hükmediyoruz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş
oluyoruz.
“Ateşin dumana olan delaleti gibi,
müessirden esere yapılan istidlâle 'bürhan-ı limmî' denildiği
gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle
de 'bürhan-ı innî' denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha
sâlimdir.”
Kur’ân-ı Kerim’de her iki istidlâlin de misâlleri
vardır. Fâtiha Sûresi`nin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir. “Hamd,
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” buyrulmakla, önce âlemlerin
harika terbiyesi nazara verilmiş ve “bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü
hamde ve senaya lâyık olduğu” hükmü getirilmiştir. Burada eserden
müessire istidlâl vardır.
Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri
zikredilerek, Allah’ın “din gününün sahibi olduğu” nazara verilmiştir. “Mademki Allah,
Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve
inayetini ahirette de devam ettirecektir.” mânâsı ders verilmekle, müessirden
esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder