Popüler Yayınlar

1 Haziran 2020 Pazartesi

DBHT (Din Hizmetleri Alan Bilgisi Testi) SORULARI KELAM



İÇİNDEKİLER
1.Nübüvvet konusunda Maturidi ve Eşari farkını anlatınız.
2. Teklifi ma la yutak konusunu Maturidi ve Eşariye göre açıklayınız.
3. Haram rızık mıdır? Mezheplere göre anlatınız.
4. Şeriat gelmeden önce iyilik ve kötülük meselesini (husün-kubuh) Mutezile, Eşariye, Maturidiye ve Cebriyeye göre anlatınız.
5. Salah – Aslah konusunu mezheplere göre anlatınız.
6. Ecel konusunu mezheplere göre değerlendiriniz.
7. Maturidiye ve Eşariye arasındaki bazı farklılıklar
8. Müşebbihe nedir? Bilgi veriniz.
9. Yüce Allah’ın sıfatlarının tasnifini yapınız.
10. Sıfatı Nefsiyye Nedir?
11. Selbȋ Sıfatlar Nelerdir?
12. Sıfatı Subûtiyye Nelerdir?
13. Manevȋ sıfatlar ve Meâni sıfatlar nedir?
14. Haberi Sıfatlar Nelerdir?
15. Fiili Sıfatlar Nedir?
16. Mutezile’nin usulü hamsesini anlatınız.
17. Burhân-ı Temânu’ Nedir?
18. Burhân-ı Tevârud Nedir?
19. İrhas, Meûnet, İstidrac ve Keramet nedir?
20. Marifetullah konusunda Maturidi ve Eşarinin görüşlerini karşılaştırınız.
21. Mezheplerin Allah’ın haberi sıfatları hakkındaki görüşleri nelerdir?
22. Ru’yetullahı Mutezile ve Ehli Sünnete göre anlatınız.
23. Cennet ve Cehennem Şu an Mevcut mudur?
24. Nusayrȋlik
25. Dürzȋlik
26. Babȋlik ve Bahâilik
27. Yezidȋlik
28. Vehhabȋlik
29. Kadiyanȋlik
30. Râfizȋler Kimdir?
31. Takiyye Nedir? التقيّة
32. Şiiliğin Temel İlkeleri Nelerdir? (VİTİR)
33. Şia hakkında bilgi veriniz.
34. Gadȋr-i Hum Nedir?
35. Eş’arȋ’nin yazdığı eserleri sayınız.
36. İmam Azamın yazdığı kitaplar nelerdir?
37. Agnostisizm nedir?
38. Selefiyye ve ilkeleri hakkında bilgi veriniz.
39. Makâm-ı Mahmûd Nedir?
40. Şefaati Uzmâ nedir?
41. Varlık Nedir? Gazali’de varlık iman teorisi?
42. Peygamberlerin küçük ve büyük günah işleme durumunu mezheplere göre anlatınız. Zelleyi açıklayınız.
43. Zelle Nedir?
44. Burhanı innȋ ve limmȋ nedir? Açıklayınız.

                   1. Nübüvvet konusunda Maturidi ve Eşari farkını anlatınız.
Peygamberlerin cinsiyeti konusunda Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında ihtilaf vardır. Ehl-i Sünnetin her iki kolu peygamberin erkeklerden olduğunu kabul eder. Ancak Eş’arîler ise, kadınların da peygamber olabileceğini benimserler; Mâtürîdîler bu düşünceyi benimsemezler. Çünkü “Peygamberler ancak erkeklerden olur.” diyen Mâtürîdîler Kur’ân-ı Kerim’den şu ayeti delil gösterirler: وما ارسلنا من قبلك الا رجالا نوحي اليهم... “Senden evvel (peygamber olarak) gönderdiklerimiz şehir halkından kendilerine vahy eder olduğumuz erkek adamlardı.”(Yusuf, 12/109; ayrıca bk. Nahl 16/43; Enbiya 21/7.)
İmâm Eş’arî, bazı ayetlere (Âl-i İmrân, 3/42; Meryem 19/16-19.) dayanarak Hz. Meryem’in nübüvvetine kail olmuşlardır. Kur’an’daki birkaç ayet ile istidlal ederek Hz. Meryem’in nübüvvetine kail olanlar, resûl ile nebi arasındaki farkı belirtirken Nebi, ister tebliğe memur olsun isterse olmasın, kendisine vahiy olunandır.” tarifine dayandırmışlardır. Bu duruma göre kadınlardan peygamberlikleri söz konusu olan altı kadın: Hz. Havva, Hz. Sara, Hz.Hacer, Hz. Musa’nın annesi, Firavun'un eşi Asiye ve Hz. Meryem’dir.
Hâlbuki Mâtürîdîler Kur’ân’da kadınlar ile ilgili vahyin diğer varlıklara gelen vahiy gibi telakki ederler, yani bunun nebevî bir vahiy olmadığını söylerler. Kadınlara gelen bu şey belki bir ihsandır, derler. Sabunȋ, risalet davet için ortaya çıkmayı gerektirirken, kadınlık örtünmeyi öngürür. Risaletle kadınlık arasında tezat vardır, der.

2                   2. Teklifi ma la yutak konusunu Maturidi ve Eşariye göre açıklayınız.
Kelâmda teklif konusu, Cenâb-ı Hakk’ın güç yetiremeyeceği bir şeyle kulunu yükümlü tutmasının (teklîf-i mâ lâ yutâk) aklen mümkün olup olmaması bakımından ele alınır. Teklif kavramının yer aldığı çeşitli âyet ve hadislerde Allah Teâlâ’nın kimseye gücünün yetmediği şeyi yüklemeyeceğine (el-Bakara 2/233, 286; el-En‘âm 6/152; el-A‘râf 7/42; Buhârî, “Ṣavm”, 49; Müslim, “Îmân”, 199), Allah’a karşı yükümlülüklerde herkesin kendisinden sorumlu olacağına (en-Nisâ 4/84), insanların birbirlerine güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklememeleri, böyle bir durumda birbirlerine yardımcı olmalarının gerektiğine (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 38, 39, 40) dikkat çekilmiştir.  
Mu‘tezile kelâmcıları konuya “aslah” görüşü çerçevesinde yaklaşmıştır. Mâtürîdiyye âlimleri teklifin sebep ve hikmetini insanın yaratılış gayesinden hareketle açıklamışlardır. İmam Matüridî'ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen şeyin insana yüklenmesi caiz değildir. Bu kabul edilmez. Bu hususta "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder" (el-Bakara, 2/286) ayetini delil olarak alır. Zira, Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete göre yapar. İnsanın vasıtasız uçması gibi aklen imkân dahilinde bulunmakla birlikte âdeten imkânsız olan şeyler konusunda Allah’ın bu tür işlerle hiç kimseyi mükellef tutmadığı bilindiği halde bunun aklen mümkün olup olmadığı konusu tartışılmış, Eş‘arîler bunu câiz görürken Mu‘tezile ile Mâtürîdiyye âlimleri konunun aklen de mümkün sayılmayacağını belirtmiştir.
Eş’ari ve Eş’ari kelamcıların çoğu, güç yetmeyen işle teklifin caiz olduğu görüşündedirler. Onların böyle bir anlayışı benimsemeleri, sahip oldukları Allah ve İnsan tasavvurlarından kaynaklanmaktadır. Onlara göre Allah, dilediğini yapan ve dilediğine hükmedendir. O’na hiçbir şey vacip değildir. O, yegane ve etkin güce sahiptir. O’nun iradesi mutlak anlamda özgür olup, her hangi bir şeyle sınırlı değildir. İnsanların sahip olduğu irade ve güç, Allah tarafından verilmiş olup, O’nun tarafından kontrol edilmektedir. Eş’ari kelamcıların büyük bir çoğunluğu, öngördükleri Tanrı tasavvurunun bir gereği olarak, fiillerinde mutlak anlamda özgür olan Allah’ın, akli bir gayeye, amaca ve sebebe matuf fiiller işlemek zorunda olmadığını, her hangi bir düzene bağlı bulunmadığını iddia etmişlerdir.

3                  3. Haram rızık mıdır? Mezheplere göre anlatınız.
İster haram olsun, ister helal olsun Haram rızıktır. Zira Hud suresi 6. ayeti kerimede işaret edildiği üzere rızkı veren ancak Allah’tır. Hadisi Şerifte şöyle buyrulmaktadır. Rızkı aramaktan geri durmayın. Hiçbir kimse kendisine takdir edilen rızka ulaşmadıkça ölmeyecektir. Öyleyse helal alıp haramı terk etmek suretiyle rızkınızı güzel arayın.
Mutezile rızkı, insanın sahip olduğu mülk şeklinde tarif etmiştir. Bu da insanın öz iradesi ve kudretiyle kazandığıdır. Allah, haramın kazanılmasını ve infakını yasaklamıştır. Mutezile’ye göre haram rızık olamaz. Onlara göre rızkı veren Allah’tır. Bütün rızıklar Allah’a izafe edilirse kul haram yediği zaman azaba müstehak olmaktadır. Demek ki haram çirkindir. Çirkin olan şey ise Allah’a isnat edilemez. Bu sebeple haram olan şey rızık olamaz.
Ehli Sünnet âlimleri (Maturidi ve Eşari) ise rızkın kulun mülkiyetiyle  hiçbir ilgisi yoktur, derler. Allah her şeyin sahibidir. Haram rızık olarak kabul edilmediği takdirde haram yiyenleri bir başkasının rızıklandırdığı anlamı çıkar ki bu da doğru olmaz. Dolayısıyla haram da rızıktır, derler.

4      4. Şeriat gelmeden önce iyilik ve kötülük meselesini (husün-kubuh) Mutezile, Eşariye, Maturidiye ve Cebriyeye göre anlatınız.
Eş‘ariyye ve Selefiyye göre hüsün ve kubuh şer‘îdir, yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak tesbit ve tayininden sonra bilinebilir; çünkü iyilik veya kötülük bir fiilin mahiyetine ve zatına ait bir vasıf değildir; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır. Şu halde bir fiil Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür; başka bir ifadeyle bir fiil iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmış değildir.
Başta Cehmiyye ve Mu‘tezile olmak üzere Şîa, Kerrâmiyye göre hüsün ve kubuh aklîdir; bu değerler akıl yürütmekle bilinebilir ve böylece iyilikle kötülüğün bir şeyin mahiyetine dahil olup zatî bir vasfını teşkil ettiği anlaşılır. Mu‘tezile’ye göre husün veya kubuhla vasıflanışı aklidir. Fiiller, özünden iyi veya kötüdür. Yani bir fiil, vahiy gelmeden önce de iyi veya kötüdür. Şeriatın yaptığı ise fiillerin özünde mevcut olan iyilik ve kötülüğü ortaya koymaktır. Ancak ibadetleri genel fiillerden istisna edip bunları idrak etme yolunun akıl değil şeriat olduğunu kabul ederler.
Mâtürîdîler’in çoğunluğuna göre hüsün ve kubuh kısmen aklî kısmen de şer‘îdir. Esas itibariyle hüsün ve kubuh fiillerin zatî bir vasfı olup aklen idrak edilmekle birlikte bu husus hem insanlar hem de fiiller açısından bazı özel şartlarla sınırlıdır. Buna göre akıl bütün fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü kavrayamaz, ayrıca iyilik ve kötülüğün bazı şartlarda kişilere göre değiştiği de bilinmektedir.

5              5. Salah – Aslah konusunu mezheplere göre anlatınız.
Aslah, kullar hakkında en uygun, en faydalı ve en iyi olan şey demektir.
Mutezileye göre: Allah (cc), kul için en uygun olanı yapmaya mecburdur.
Maturidi ve Eş’ari kelamcıları ise; “Allah (cc), faili muhtar olup herhangi bir fiili işlemek, hiçbir şekilde O’na zorunlu değildir.
 Maturidiler: “Kulların bütün fiilleri Allah(cc) tarafından yaratılmıştır. Küfür ve ma’siyet cinsinden fiilleri, kulların iradesine göre Allah (cc) yaratır. İnsan için en uygun olanı yaratmak Allah (cc) ye vaciptir, demek, Allah’ın (cc) kullarına hidayet vermek suretiyle onlara olan lütfunu inkâr etmek, anlamına gelir. Çünkü üzerine vacip olanı yapmak bir lütuf değil hâşâ görevdir. Yine vaciptir, demek, Allah’ın (cc) kudret alanını sınırlandırmak demektir”.
Yine Mu’tezile’nin aslah olanı yaratmak Allah’a vaciptir, sözü doğru olsaydı, Yüce Allah’ın sevgili Peygamberimize Ebu Cehil’den daha fazla nimet vermesi gerekirdi. Ancak dünyalık olarak Ebu Cehil’den daha fazla nimeti ve lütfu yoktur. Onlardan her birine Allah, yapabileceğinin en uygununu yapmıştır, demek gerekirdi. Allah’ü Teala, Ebu Cehil’e de yol göstermiştir. O kendi iradesiyle dalalet yolunu sürdürmüştür. Bu noktada hidayeti seçene Allah’ın (cc) tevfiki, küfrü ve sapıklığı seçene de Allah’ın hızlanı devreye girmiştir. Gerçekten de aslah olanı yapmak Allah (cc) ye vacip olsaydı, dünya ve ahirette azap görecek olan fakir kâfiri Allah’ın (cc) yaratmaması gerekirdi.
Eş’ariler de bu konuda Maturidiler gibi düşünmektedir. “Aslah olanı yapmayı Allah’a (cc) vacip kılmak, O’nun kulları hakkında sayısız lütufta bulunmasını sınırlandırmak demektir. Bu anlayış ulûhiyet alanında birtakım problemler doğurur” derler.

6             6. Ecel konusunu mezheplere göre değerlendiriniz.
Ehli sünnet: “Maktul, kendi eceliyle ölmüştür, onun başka bir eceli yoktur” der.
Mu’tezile, maktul, eceli kesilmiş kişidir, şayet öldürülmeseydi ömrünün sonuna kadar yaşayacaktı der. Biz ise şayet öldürülmeseydi ne olurdu sorusuna “ Ne bilelim ne olurdu” deriz.
Hısım ve akrabayı ziyaret etmek ömrü uzatır hadisiyle alakalı verilen cevap iki şekildedir.
1- Kişi, akrabayı ziyaret etmeseydi ömrünün meselâ elli yıl olacağı Allah’ın (cc) ilminde mevcuttu. Bunun yanında Allah’u Teala o kişinin hısım ve akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeple ömrünün yetmiş yıl olacağını da biliyordu. Bundan dolayı Allah’u Teala o kişinin ömrünü yetmiş yıl olarak belirledi. Yani sonradan değişen bir ecel değil, tek bir ecelin ezelde Allah’ın (cc) bilmesine göre iradesi söz konusudur.
2- Akrabayı ziyaret eden kişinin ömrünün uzamasından maksat; hayırlı, bereketli, huzurlu, az zamana çok ve yararlı işler sığdırabilen, kaliteli bir ömür yaşamasıdır.

              7. Maturidiye ve Eşariye arasındaki bazı farklılıklar

1.      Cüz’i İrade:  Maturidilere göre insanlarda müstakil bir Cüzi irade vardır. Eş’ârilere göre bu irade müstakil değildir. Onu da Allah yaratır. Fiilin işlenmesi anında insana verilir.
2.      Kesb: Eş’arilere göre kesb, insanın gücünün sonucunda meydana gelir. Maturidilere göre ise insanın bir şeye azim ve niyet etmesiyle o şeyin meydana gelmesidir.
3.      Husun ve Kubuh: Maturidilere göre hüsün ve kubuh bir şeyin iyi veya kötü olduğu akılla bilinmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle bir şey iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmıştır. Eş’arilere göre ise hüsün ve kubuh akılla bilinemez ancak Allah bir şeyi emretmişse iyidir yasaklamış ise kötü olduğunu anlarız.
4.      Ma’rifetullah: Maturidilere göre dini tebligat olmadan insan Allah’ı bilmek zorundadır. Çünkü akıl Allah’ı bilme gücüne sahiptir. Eş’arilere göre ise -akıl Allah’ı bulabilecek güçte olsa bile- Şeriattan haberi olmayan insan hiçbir şeyden mesul değildir.
5.      Tekvin: Maturidilere göre Allah Taâla’nın Tekvin diye müstakil bir sıfatı vardır. Eş‘arilere göre ise Tekvin, Kudret sıfatının bir taallukudur.
6.      Nübüvvet: Maturidilerde peygamberliğin şartlarından biri de erkek olmaktır Eş’arilerde ise böyle bir şart yoktur. Kadında nebi olabilir.
7.    Teklifi Ma La Yutak: Allah’ın insanın gücünün yetmediği bir şeyi emretmesi. Eş’arilere göre caizdir. Fakat vaki değildir. Maturidilere göre ise caiz değildir. Çünkü bunda bir hikmet yoktur.
8.      Sebep ve Hikmet: Eş’arilere göre Allah’ın  fiillerinde bir hikmet aranmayacağı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Maturidilerde ise Allah’ın fiillerini sebep ve hikmete bağlamışlar. Zira sebepsizlik ve Hikmetsizlik abestir.
9.      Kelam-Nefsi: Eş’arilere göre kelamı nefsinin işitilmesi caizdir. Maturidiler ise kelamı nefsinin bizzat işitilemeyeceğini, ancak ona delalet eden şeyin işitilebileceğini söylemişlerdir.
.      Ezelde Ma’duma Hitap: Eş’arilere göre Allah’ın Maduma hitap etmesi caizdir ve Allah Ezelden mütekellimdir. Maturidiler ise madum’a hitap caiz değildir Çünkü bunda Hikmet yoktur.
       İbadet Mükellefiyeti: Eş’arilere göre kafirler iman etmekle mükellef oldukları gibi ibadet etmekle de mükelleftirler ve ibadet etmedikleri için ayrıca cezalandırılacaklardır. Maturidilere göre ise kafir iman  etmekle mükelleftir. Amel ile değil. Ayrıca azap görmezler.
1   İrtidat: Eş’arilere göre Mürted olan kimse tekrar iman ederse önceki amelleri geriye döner. Maturidilere göre ise geri dönmez.
    Tevbe-i yeis: Ümitsizlik halinde yapılan tövbe Maturidilere göre makbul, Eş’arilere göre makbul değildir.

8             8. Müşebbihe nedir? Bilgi veriniz.
Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzeten yahut bu sonuçları doğurduğu ileri sürülen inançları benimseyenleri ifade eder.

9                  9. Yüce Allah’ın sıfatlarının tasnifini yapınız.
Yüce Allah bütün kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzehtir. Yüce Allah’ın sıfatları beş kısımda ele alınıp değerlendirilir. Bunlar sıfatı nefsiyye, sıfatı selbiyye, sıfatı subutiyye, sıfatı haberiyye, sıfatı fiiliyye’dir.
1            10.  Sıfatı Nefsiyye Nedir?
Bizzat zata delalet eden bir sıfat olması ve zat üzerine zaid bir manaya delalet etmemesi sebebiyle “vucud” sıfatına bazı kelamcılar sıfatı nefsiyye adını vermişlerdir.
1            11.  Selbȋ Sıfatlar Nelerdir?
Selbi sıfatlar, Yüce Allah’tan zatına layık olmayan manaları selb ettikleri, nefyedip kaldırdıkları için bu isimle adlandırılmışlardır. Bunlara sıfatı tenzȋhiyye de denir. En mühimleri kıdem, beka, vahdâniyyet, muhâlefetün li’l-havâdis, kıyam bi nefsihȋ dir.
1           12.  Sıfatı Subûtiyye Nelerdir?
Bu sıfatlar sıfatı selbiyye gibi Yüce Allah’ı noksanlardan tenzih eden, ezelde mevcut ve onunla kaim olan zatȋ, subûtȋ, vucûdȋ ve hakiki sıfatlardır. Bunun içindir ki bu sıfatlara Sıfatı subutiyye, sıfatı zatiyye, sıfatı Meânȋ ve Sıfât-ı İkrâm adları verilmiştir. Hayat, ilim, irade…
1          13.  Manevȋ sıfatlar ve Meâni sıfatlar nedir?
Mu’tezile, Ehli Sünnet’in Allah’a izafe ettiği subûtȋ sıfatları iki gruba ayırırlar. Birinci grup siga bakımından da sıfat olan Hayy, Alȋm, Kadȋr gibi müştak kelimelerdir. Mu’tezile bu sıfatları Allah’a izafe eder ki bunlara manevi sıfatlar denilir. İkinci grup ise bu manevi sıfatların köklerini teşkil eden hayat, ilim, kudret gibi mastar sigasındaki kelimelerdir. Bunlara da meâni sıfatlar denilir ki Mu’tezile bunları Allah’a izafe etmez. Yani Mu’tezile “Allah âlimdir.” hükmünü kabul eder; fakat “Allah ilim sahibidir.” hükmünü benimsemez.
1           14.  Haberi Sıfatlar Nelerdir?
Yed, vech, istivâ, nüzûl, istihya (utanma), kabza gibi sadece ayet ve hadislerde bildirilen ve haberle sabit olan sıfatlara haberȋ sıfatlar denir. Selef alimleri bu sıfatları temsilsiz ve keyfiyetini Allah’a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te’vile gitmemişlerdir. Eş’ariyye ve Maturidiyye kelamcılarının müteahhirini “Müslüman halk bu lafızların zahirlerine bağlanarak Yüce Allah hakkında teşbihe düşer.” korkusuyla haberi sıfatları mecaz manalarına hamlederek te’vil etmiş ve bunlara Yüce Allah’ın azametine layık olan birer mana vermişler ve murad edilen gerçek anlamını ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
1           15.  Fiili Sıfatlar Nedir?
 Yüce Allah’ın kendisiyle nitelenmesi de nitelenmemesi de caiz olan, Allah hakkında müspet olarak da menfi olarak da kullanılabilen sıfatlara fiili sıfatlar veya caiz sıfatlar denir. Bu sıfatlar Allah’ın zatının gereği olan sıfatlar değildir. Yani Yüce Allah’ın bunlarla sıfatlanması vacip değildir. Fiili sıfatların hepsi, Allah’ın kudret, irade ve tekviniyle meydana gelir. Allah’ın tekvin sıfatı bu fiili sıfatların merciidir. En önemlilerini beş maddede özetleyebiliriz.
1.      Yaratma (tahlȋk): Yaratma Allah’a mahsus olup, istediğini yaratması da yaratmaması da caizdir.
2.      İhdâ ve İdlâl Hidayet vermek ve delalette bırakmak. Allah dilediğine hidayet verir, dilediğine de delaleti yaratır.
3.      İrsâl ve İnzâl Peygamber göndermek ve kitap indirmek. Bunlar Allah için vacip değildir.
4.      Ba’s ve Haşr Öldükten sonra diriltme ve toplama.
5.      Ten’im ve Ta’zib nimet vermek ve azap etmek. Allah dilediğine nimet verir ve dilediğine de azap eder. O mülkün sahibi olduğu için, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

1            16.  Mutezile’nin usulü hamsesini anlatınız.
Mu‘tezile’nin üzerinde ittifak ettiği beş esas şöylece özetlenebilir: 
1. Tevhid. Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olduğu inancı bütün İslâm mensuplarınca benimsenen bir ilkedir. Ancak tevhidi temsil eden yegâne mezhebin kendi mezhepleri olduğunu iddia eden Mu‘tezile mensupları (Hayyât, s. 13-14, 17) Ehl-i sünnet’in ilâhî zâta nisbet ettiği hayat, ilim, kudret gibi sıfatları kadîmlerin çoğalmasını gerektireceği için kabul etmemiştir. İnsanların iradî fiillerinin ilâhî bir müdahale bulunmadan sadece kendileri tarafından meydana getirildiğini iddia etmek suretiyle bir bakıma kulu yaratıcı konumuna getirmek ve kaderi inkâr etmekle itham edilmişlerdir. Mu‘tezile kelâmcıları, kemal mertebesinde bir tevhid inancı ortaya koyma bağlamında Allah’ın selbî/tenzihî sıfatlarına önem vermiş, sübûtî sıfatlardan sadece kelime bakımından sıfat olan kavramları (mânevî sıfatlar) zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmiş, fiilî sıfatların hâdis olup Allah’ın zâtıyla kāim olmadığını ileri sürmüştür. 
2. Adl. Allah’ın güzel olmayan (kabîh) her türlü fiilden münezzeh kabul edilmesi, bütün fiillerinin hikmet, adalet ve isabet çerçevesinde bulunması demektir. Bunun sonucu olarak kulun iradî fiillerini meydana getirebilmesi için bu fiillere ait kudreti fiilden önce tam mânasıyla taşıması gerektiğini, ayrıca kul için en iyi ve en faydalı şeyi (aslah) Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasının kendisine vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir (bk. VÜCÛB). 
3. Va‘d ve Vaîd. Dünya hayatında gerçekleştirilen iman ve amel-i sâlih ile küfür, inkâr ve büyük günahların âhirette mutlaka karşılıklarının görüleceğini ifade eden ilkedir. Gelecekte başkasına fayda vermesini veya ondan bir zararın giderilmesini bildiren habere va‘d, gelecekte başkasına zarar ulaşacağını veya ona yönelik faydanın ortadan kalkacağını ifade eden habere de vaîd denir. Mu‘tezile va‘d ve vaîd başlığı altında küfür, tövbe, şefaat, âhiret ahvali, büyük günah işleyenlerin cehenneme girdikten sonra oradan bir daha çıkamayacakları gibi konuları ele almaktadır.
 4. Menzile beyne’l-menzileteyn. “İki konum arasında üçüncü bir konum” anlamındaki bu prensip büyük günah işleyen kişinin bu fiiliyle imandan çıkmış olacağını, ancak küfrü gerektiren bir davranışta bulunmadığı için küfre girmeyeceğini, yani imanla küfür arasında bir yerde kalacağını ifade eder. Mu‘tezile’de bu konumdaki kişiye “fâsık” denilir. Fâsık tövbe etmeden öldüğü takdirde ebediyen cehennemde kalır. Bu görüşüyle Mu‘tezile, büyük günah işleyeni kâfir kabul eden Hâricîler’le onu kâmil mümin sayarak âhirette günahlarının zarar vermeyeceğini iddia eden Mürcie arasında orta bir yerde durmaktadır. 
5. Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker. “İyiliği emredip kötülükten sakındırmak” demektir. Aslında bu prensip bütün müslümanlar tarafından farz-ı kifâye kabul edilmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları ile Hâricîler bu görevin farz-ı ayın olduğunu belirtmişlerdir. Mu‘tezile mensupları başlangıçta söz konusu prensibi kullanarak Mecûsîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere, Mücessime, Müşebbihe, Râfizîlik gibi bid‘at hareketlerine ve zındıklık akımlarına karşı İslâm’ı güçlü bir şekilde savunmuş, bu amaçla Horasan ve Mâverâünnehir’e kadar gitmişlerdir.
Not: Mutezile’nin bu 5 asıldan başka birtakım görüşleri daha vardır. Bunlar;
ü     Allah’ın ahirette görülmesi imkânsızdır.
ü     Kur’an mahlûktur ve akıl nakilden üstündür.
ü     Husn ve kubh konusunda akıl esastır.
ü     Akıl nakilden üstündür.
ü     Allah’ın kıdem ve vahdaniyet olmak üzere iki sıfatı vardır. Allah’a başka sıfatlar isnat etmek teaddüd-i kudemaya meydan verir. Bu sebeple Allah zatıyla âlim, zatıyla basȋrdir.
ü     Allah en uygun olanı yaratmak zorundadır. Çünkü iyi fiilleri Allah yaratır. Çirkin fiillerde tesiri yoktur. Yani insan fiillerini yapmada hürdür.
ü     İlk oluşturulan ilkeleri el menzile beynel menzileteyn’dir.
ü     Adalet ilkesine istinaden kaderi, vaad ve vaid ilkesine istinaden de şefaati inkar ediyorlar.

"              17.  Burhân-ı Temânu’ Nedir?
لَوْ كَانَ فٖيهِمَا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا  “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi de fesada uğrardı/düzenleri bozulurdu.” Âlemde her bakımdan birbirine eşit iki ilahın var olduğunu farz etsek, bunlardan biri bir şeyin olmasını, diğeri olmamasını irade edebilir. Çünkü ilah hür bir iradeye ve tam bir kudrete sahiptir. Böyle bir durumda üç ihtimal ortaya çıkar:
a) Ya her iki ilahın da dilediği olacaktır. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı anda bir şeyin hem olması  hem de olmaması düşünülemez.
b) Veya her iki ilahın da dilediği olmayacaktır. Bu da batıldır. Çünkü dilediği yerine gelmeyen acizdir, aciz ise ilah olamaz.
c) Yahut ilahlardan birinin dilediği olacak, diğerininki olmayacaktır. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz olan ilah olamaz, öbür ilah da her bakımdan ona eşit olduğundan, onun da aciz olması, dolayısıyla ilah olmaması gerekir.
Böylece âlemin yaratıcısının iki ilah olması imkânsız olunca, ilahın bir ve tek olma zarureti ortaya çıkar. Âlemdeki düzen de bunu gösteriyor.

1            18.  Burhân-ı Tevârud Nedir?

Kelam âlimleri, Allah’ın bir ve tek olduğunu bir de şu ihtimaller üzerinden ortaya koyarlar: 
Eğer yerde ve gökte birden fazla ilah olsaydı, bu âlem;
a) Ya bütün ilahların müşterek kuvvet ve kudretiyle var olmuştur. Buna göre ilahlardan hiçbirinin güç ve kudreti eşyayı tek başına yaratmaya yeterli olmamış, âlemi müştereken var etmişlerdir. Bu ise hepsinin acizliğini gösterir, acizlik ise ulûhiyetle bağdaşmaz ve hiçbiri ilah olamaz.
b) Veya âlem bu ilahların her biri tarafından müstakil olarak, ayrı ayrı yaratılmıştır. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olur. Yani bir ma’lul üzerine iki illetin tevârüdü, birlikte oluşu gerekir ki bu da imkânsızdır. Çünkü bu, hâsılı tahsildir. İlahlardan biri tarafından âlem yaratılmışsa, diğerleri lüzumsuz olur.
c) Yahut eşya, ancak birinin irade ve kudretiyle vücut bulmuştur. Eğer âlem, ilahlardan birinin irade ve kudretiyle meydana gelir, diğerlerinin yaratmada hiçbir tesiri olmazsa, müreccihsiz tercih gerekir ki bu, batıldır.
 Bu üç ihtimalin hepsi batıl olduğuna göre Allah’ü Teâlâ’nın vahdaniyeti ortaya çıkıyor.

1              19.  İrhas, Meûnet, İstidrac ve Keramet nedir?
İrhas, peygamberlik görevi verilmeden önce peygamberde görülen fevkalade, hazırlık niteliğindeki haller olup, daha sonra o kişinin peygamber olacağına delildir. Hz. Peygamber’e bazı ağaçların ve taşların selam vermesi, onu daima bir bulutun gölgelendirmesi ve Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması irhas türünden hallerdir.
Meûnet, yardım, kolaylık anlamına gelir. Amelleri, davranışları ve ahlakı güzel Müslümanlarda ortaya çıkan olağanüstü haldir. Böyle kimselerin sıkıntı ve güçlüklere rağmen geçimlerini kolayca sağlamaları, bela ve musibetlere kolaylıkla göğüs germeleri, büyük bir tehlikeyi kolayca atlatabilmeleri meûnet türünden Allah’ın onlara yardımıdır. Bazı iyi hal sahibi kimselerin başkalarının işlerini, niyetlerini keşfetmeleri meûnet sayılabilir.
Keramet, tıpkı mûcize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağan üstü ve sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mûcizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş şekliyle ilgilidir. Mûcize peygamberlerden, keramet tam olarak ona bağlı olan velîlerden zuhur eder. Ancak peygamber peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mûcize gösterir. Gösterdiği mûcize ile inanmayanlara meydan okur. Peygamberi örnek alan velî ise velîlik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mûcizenin izharı, diğerinde kerametin zuhuru söz konusudur. Mûcize gibi kerametin de yaratıcısı ve hakiki sahibi Allah’tır.
İstidrac, bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak” anlamındadır. A‘râf sûresinde geçen kelime (7/182) “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece, sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helâke götürmesi” gibi mânaları ifade eder. Bunun ardından gelen imlâ’ (mühlet ve fırsat verme) ve keyd (tuzak, tuzak kurma) kelimeleri de istidrâcın tefsiri mahiyetindedir.
Küfrü ve günahı açık olan kimselerde görülen olağanüstü hale istidrac denilir. İstidrac gösteren kimsenin daha fazla küfür ve günaha dalması için onda fevkalade hal görülür. Seyyid Şerif Cürcanî Peygamberlik davasında bulunmayan bir kimseden zuhur eden harikulâde hâli keramet olarak tarif eder. “Bu hâl, iman ve salih amel sahibi olmayan birisinde görülürse istidrac olur” diye ekler.

2             20.  Marifetullah konusunda Maturidi ve Eşarinin görüşlerini karşılaştırınız.
Maturidiler, dini tebliğ olmasa da insan Allah’ı bilmek zorundadır, der. Çünkü akıl, Allah’ı bilme gücündedir. Eşarȋler, akıl hiçbir şeyi vacip kılmaz, der. Allah’ı bilmek şeran vaciptir. Şeriattan haberi olmayan insan mesul değildir.
2             21.  Mezheplerin Allah’ın haberi sıfatları hakkındaki görüşleri nelerdir?
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatü'l-haberiyye (haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir. Selefiyye, Allah’ın sübûtî sıfatları ile haberî sıfatlarının varlığını irdelemeksizin kabul etmiş, ilâhî fiillerin delâlet ettiği sıfatlar ve naslarda yer alan isimlerle yetinmiştir. Selef âlimleri, haberi sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.
Eş'ariyye ve Matüridiyye kelâmcılarının müteahhirîni "Müslüman halk bu lafızların zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer." korkusuyla haberî sıfatları mecaz manalarına hamlederek te'vil etmiş ve bunlara Cenab-ı Hakk'ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat'idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamını ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Mutezile, müteşâbih ayetlerin te’vili meselesinde akla geniş yetkiler tanımıştır. Onlar, Kur’ân’daki teşbih unsurları eğer zâhirȋ manada ele alınırsa, o zaman teşbih ve tecsim söz konusu olur. Bundan dolayı ayn, vech, yed, cenb, fevk, istivâ gibi sıfatlar olmak üzere bütün müteşâbih ifadeleri, Arap dilinin kâide ve prensiplerini ihlal etmeden yorumlamak gerekir.
Müşebbihe, Mücessime, Kerramiyye mesela istiva için, Allah’ın arşa oturma manasına geldiğini söylerler. Onlara göre Allah’ın bir yerde ve bir yönde olması imkânsız değil, aksine gereklidir. Allah zatıyla arşın üzerine oturmaktadır.

2             22.  Ru’yetullahı Mutezile ve Ehli Sünnete göre anlatınız.
Ehli Sünnete göre Allah’ı görmek aklen caiz, naklen vaciptir. Allah’ı görmenin vaki olacağını ifade eden nasların zahiri ile hükmolunarak naklen vaciptir denilmiştir. Mutezile, Rafızȋler, Hariciler ve filozoflar ru’yetullahın mümkün olmadığını söylemektedirler.
Ehli Sünnete göre görmeye sebep olan şey, bir şeyin var olmasıdır, der. Allah vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür. Kullarına dünyada kendisini görme kabiliyeti vermediği için dünyada görülmesi mümkün değildir. Hz. Musa Allah’ı görmeyi talep etmiştir. Eğer bu mümkün olmasaydı, peygamberin Allah hakkında caiz olmayan bir şeyi bilmemesi ve imkansızı talep etmesi olurdu ki peygamber bundan münezzehtir. Yüce Allah görülmeyi, dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Bu haddi zatında mümkün bir iştir. Mümküne bağlı olan şey de mümkündür.
Diğer fırkalar لَنْ تَراني beni asla göremezsin manasındaki لْنْ edatının ebediyet için olduğunu kabul ederek Yüce Allah’ın cemalinin ebediyen görülemeyeceğine bu ayeti delil gösterirler. Ayetteki لن edatı ebedilik için değil te’kid içindir. فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيَّا “Artık bugün hiçbir insanla asla konuşmayacağım.” Ayeti kerimede vakitleme vardır. Vakitleme ile ebediyet ise birbirine zıttır. Dolayısıyla Araf suresi 143. ayeti kerimedeki لن تراني deki لن edatı ebediyet için değil, dünyada görmeyi nefyetmek içindir.
Nakli deliller:  Kıyame 22-23: “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklarıdır.” İla harfi ceri nezara ile kullanıldığında baş gözüyle görmek anlamına gelir.
Hadis: Siz Rabbinizi dolunay günlerinde ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz. (Buhari)

2            23.  Cennet ve Cehennem Şu an Mevcut mudur?
Mutezilenin ekserisine göre cennet ve cehennem kıyamet koptuktan sonra yaratılacaktır. Ehli Sünnete göre bu ikisi yaratılmış durumundadır. Ehl-i sünnetin delilleri :
1- Adem ve Havva’nın kıssası ve bunların cennette iskan edilmeleri.
2-Kur’an-ı Kerim Cennet veCehennemden bahsederken maziye delalet eden fiiller kullanmış ve bu zahir manayı terk etmek içinde bir zaruret yoktur. Örneğin şu âyetler: “ Cennet Müttakiler için hazır- landı” (Al-i imran 3/133; Hadid 57/21) “Cehennem kafirler için hazırlandı.” (Bakara 2/24)

2            24.  Nusayrȋlik
Kurucusu Muhammed b. Nusayr en-Nemirȋ’dir. Şia’nın gulat kolundandır. Bahçeciler, fellah, Arap Uşağı şeklinde de anılmaktadırlar. Görüşlerinin temelini tamamen batıni yorumlara dayalı olarak ortaya konan Hz. Ali’nin ilahlaştırılması teşkil eder. Nusayrilere göre Ali, zahirde/görünüşte imam ise de batıni olarak tanrıdır. Ali kendi nurundan Muhammed’i yaratmıştır. Muhammed de Selman el-Farisi’yi yaratmıştır. Ali manadır. Muhammed de isimdir. Selman ise babtır.
Peygamber inanışları: Tanrı, Adem, Nuh, Musa gibi bazı peygamberlere hulul ederek tecelli etmiştir. Peygamberler görünen bedene rağmen yemek yemezler, eşleriyle birlikte olmazlar. Gelmiş geçmiş bütün peygamberler böyledir. Peygamber tanrıdan bir parça olduğundan onun emirlerini açıklayan Natık konumundadır. Tanrı ise konuşmaz (samittir) ve emirlerini konuşan tayfa yani peygamber tarafıyla insanlara aktarır.
Beş eytam (Selmanın manevi çocukları) inancı vardır. Nusayrilikte bab olan Selman’ın manevi çocukları ve dünya işlerinin düzenleyicileri olarak kabul edilen “eytam/yetimler” adı verilen bir grup vardır. Onlara göre alem kadim, cennet ve cehennem de semboliktir. Tenasüh inancı, mezhebin en temel inançlarından biri olduğundan mükafat veya cezalandırma da buna göre olmaktadır. Cennet (mükafat)  öldükten sonra ruhun iyi ve güzel bir bedende dünyaya geri dönmesidir. Aksi ise cezalandırma olarak değerlendirilir.
Üzüm suyu ya da şarabı kutsal sayarlar. Namaz, beş vakitte beş kişinin isminin anılmasıyla gerçekleşir.
Kurucusu: Muhammed b. Nusayr en-Nemirȋ’dir
Kutsal Kitabı: Kitâbü’l-mecmu’

2             25.  Dürzȋlik
Fatimȋ halifelerinden Hâkim Biemrillâh döneminde vezir Hamza b. Ali tarafından kurulan aşırı bir fırdakır. İsmailiyye ekolü içerisinde doğup gelişmiştir. Bu mezhebin inanç ve amelle ilgili esasını dört ana başlıkta toplayabiliriz. 1. Hakim Biemrillah’ın ilah olduğuna inanmak 2. Emri yani Ali b. Hamza’yı bilmek 3. Hudut ve vezirleri tanımak 4. Yedi esası bilmek. Hakim gaybet etmiştir. Dürzȋlere göre bu gaybeti kıyamet gününe kadar sürecektir.
Tekammus inancı vardır. İnsan ölünce ruhu derhal başka bir cesette yeniden doğar ve cesedi bir zarf veya elbise gibi kullanır. Dürzȋler, bu tenasüh inancı için “gömlek değiştirme” anlamında tekammus terimini kullanırlar. Tenasüh kavramı, ruhun hayvan ve bitkilere geçtiği inancıdır. Dürzȋlere göre ruh insandan başkasına girmez.
Hamza b. Ali mahlukatın en şereflisi olup ilk yaratılan varlıktır. Allah’ın öz nurundan yaratılmış imamların imamıdır. Dürzilere göre Hakim veya Hamza tarafından görevlendirilen, İslamdaki peygamberler derecesinde bulunan, dini bakımdan salahiyetli ve muayyen görevleri yüklenen kimselere hudud denilir. Hudutlar beştir.
İslam’daki esasları iptal etmişler yerine mezhebin dördüncü farzı olan yedi esası koymuşlardır. Dürziler inançlarını kendilerinden olmayanlardan gizlerler (takiyye).
Kurucusu: Vezir Hamza b. Ali
Kutsal Kitabı: Kitâbü’l-hikme

2              26.  Babȋlik ve Bahâilik
Babiliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed’dir. (1819-1850). Mirza Muhammedin en önemli görüşü, kendisinin mehdiye açılan kapı, “Bab” oluşudur. Şiraz’da kendisinin beklenen imama açılan bab olduğunu açıkladı. Aynı sene kendisinin beklenen mehdi (el-mehdiyyü’l-muhtazar) olduğunu ilan etti. Bablık ve mehdilik iddiaları ile yetinmeyen Mirza, Peygamber olduğunu ve Allah tarafından kendisine kitap verildiğini iddia etmiştir. Peygamberlik iddiasıyla yetinmeyip uluhiyet anlamına gelen birtakım sözler söylemiş ve kendisine “el-ala”(En yüce) ünvanını vermiştir. Kuranın neshedildiğini, İslami emir ve yasakların kaldırılıp yeni bir sürecin başladığını ilan etmiştir. Devletle silahlı mücadeleye girişmiş, Tebrizde kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
· Ahiret hayatı ve kıyamet içinde yaşamış olduğumuz dünyada gerçekleşmektedir.
· Mirza Muhammet, Hz. Muhammet’ten üstün olduğu gibi, “Beyan” kitabı da kuranı kerimden üstündür.
Babiliğin devamını sağlayan Bahâiliğin kurucusu Bahaullah adıyla bilinen Mirza Hüseyin Ali 1817 tarihinde sarayda doğmuştur. Yeni bir din tebliği için Allah tarafından gönderildiğini ilan etmiş, devlet başkanlarına bu dini anlatan mektuplar göndermiştir. ”Bahailik” hareketinin kutsal kitabı olan Kitab-ı Akdes’i yazmış, bu kitabın daha önce yazılan ne kadar kutsal kitap varsa hepsinin içerdiği hükümleri kaldırdığını belirtmiştir. Osmanlı tarafından sürgün edildiği Akka’da ölmüştür. On Dokuz sayısının kutsallığı söz konusudur.

27.         Yezidȋlik
Yezidilik, sünni alim şeyh Adiy b. Müsafir’e nispet edilen ve Emevi halifesi Yezid  b. Muaviye’nin insan üstü bir varlık olduğu esasına dayanan, İslam coğrafyasında ortaya çıkmış karma bir inanç sistemine sahip ğali bir mezheptir. Dualist evren anlayışını zerdüştlükten, beslenme ile alakalı hükümler Yahudilikten, ekmek şarap ayinini Hristiyanlıktan, tenasühü Sabiilik’ten, kurban haç oruç sünneti İslamiyet’ten almışlardır.
Yezidilerin inançlarının temelinde şeytana duyulan korkunun yattığı belirtilir. Onlara göre tanrı vardır mutlak iyilik ve güzelliğin temsilcisidir. Tanrıdan kötülük zuhur etmez ve insanları cezalandırmaz. Bu yüzden O’na ibadet etmeye gerek yoktur. Oysa şeytan kötü de olabilmektedir. Önemli olan kötülük yapabilecek olanın sevgisini kazanmaktır.
Tanrının birliğine ve kudret sahibi oluşuna inanırlar. Ancak O’nun En büyük üç meleğinin melek Tavus, Şeyh Hadi, Sultan Yezit olduğuna inanırlar. Tanrı, yeryüzündeki bitki ve canlıların yaratılması görevini bu üç meleğe vermiştir.  Melek Tavus tanrının en büyük meleğidir, dünyanın koruyucusu, yöneticisi ve tanrı iradesinin yürütücüsüdür. Tanrı, kendi özünden ve nurundan onu yaratarak ona, insanı yaratma ve evreni şekillendirme görevi vermiştir.
Ölümden sonraki bir yaşamı kabul etmezler. İnsanın bu dünyada cezalandırılacağına ya da ödüllendirileceğine inanırlar. Ruh ölümsüzdür, başka bedenlere girerek yaşamaya devam eder. Yani tenasüh inancı vardır. Cennet ve cehenneme inanmazlar. Toplu ibadet edilen ibadethaneleri yoktur. Kutsal Kitapları Kitab-ı Cilve ve Mushafı Reş’tir.

2             28.  Vehhabȋlik
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhâb’tır. Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye de emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durmuştur. Çöl halkının saldırganlık ve yağmacılıkla elde ettikleri ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cihâd adına kudsiyet kazanıyor ve meşrulaşıyordu.
Vehhabîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir. Zira davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında benzerlik bulunmaktadır. Necid bölgesi tarihte sorunlu bir bölgedir. Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid b. Velid'in kılıcıyla darmadağın edildi. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhabȋlerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerle savaşmıştı.

Vehhabiliğin düşünce sistemi
1.      Tevhîd (iman ve amel): Tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi
eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz. Onlara göre amel imandan bir cüzdür. İman ile küfrü ayırt eden amelî tevhîddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen kişilerin malları ve canları helâldir.
2.      Şefaat: Şefaat birinin bağışlanmasına vesile olmak anlamına gelmektedir. Vehhabȋ
anlayışa göre Allah’tan başka herhangi bir şeyden, meleklerden, peygamberden şefaat umulmaz.
3.      Tevessül: Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmaktır. Vesile ise kendisiyle başkasına
Yaklaşılan şey demektir. Tasavvuf ve tarikatlar sonradan ortaya çıkmış bidatlerdir. Allah’tan başkasını, melekleri, peygamberleri ve velilerin ruhlarını vesile kılmak şirktir. Tevessül yapan kimse öldürülür. Rabıta yapmak da onlara göre şirktir.
4.      Bid’at: Kur’ân ve Sünnet’te olmayan her şey bidattir. En korkunç ve hattâ şîrk olarak
gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Peygamber’in hâtırasını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayı­sıyla şirktir. Hz. Peygamber’e salavat getirirken “seyyidina ve mevlana" demek bidattir.
5.       el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker:
Vehhabîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi bid’at saymış ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in emri olduğunu söylemişlerdir. “Siz, insan­lar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110) âyetine göre bidatçilerle savaşmanın zarurî olduğuna inan­dıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullan­mayı emri bil maruf olarak telakki etmişlerdir.

2          29.  Kadiyanȋlik
Kadiyanîlik veya Ahmediyye Hareketi, XIX. asrın sonlarına doğru Pencab bölgesinin Kadiyan şehrinde Mirza Gulam Ahmed (1839-1908) tarafından kurulmuş bulunan bir dinî hareketin ismidir. Gulam Ahmet, İngiliz hükümetini överek cihatla silah fikrine karşı çıkmıştır. Ölümünden sonra Ahmediyye cemaati iki gruba ayrılmıştır. Bunlar Kadıyanȋ Ahmedileri ve Lahor Ahmedileri’dir.
Kadiyanîlik, kıyamet ve ahir zaman söylemleriyle ilgili konuları on planda tutan dinî ve siyasi bir harekettir. Nübüvvetin devam ettiği gibi, doğrudan inanç esaslarıyla alakalı iddiaları da bulunmaktadır. Mirza Gulam, başkasında bulunmayan özelliklere sahip olduğunu ve Allah tarafından görevlendirildiğini öne sürerek aşamalı olarak bazı iddialarda bulunmuştur. Gulam Ahmed, kendisini 14. yüzyıl muceddidi olarak ilan eder.
Mirza Gulam, 1880'li yıllarda Berahin-i Ahmediyye'de Mesih'in geleceğinden, mesih ile tabiatlarının benzediğinden bahseder. Ancak kendisinin "mesih” olduğuna dair herhangi bir iddiada bulunmaz. Bu iddiasını, takriben on yıl sonra 1891 yılında Hz. İsa'nın göğe yükselmediği, tabii bir ölümle bu hayattan ayrıldığı, kendisinin İsa gücü ile Mesih olarak gönderildiği hususunu dile getirir. Kendisi mehdilik iddiasında da bulunmuştur.
Mirza Gulam Ahmet kendisi içın nebi ve resul kelimelerini 1900 yılından Önce kullanmışsa da tepkiler dolayısıyla açıkça dile getirmemiştir. 11 nisan 1900’de Kurban bayramında Arapça olarak irticalen okuduğu bayram hutbesinin vahiy kaynaklı olduğunu söylemiştir. Bu sözüne binaen taraftarları hakkında Rasüllük ve Nebilik vasfını kullanmaya başlamıştır. 
30.  Râfizȋler Kimdir?
Terim olarak Zeyd b. Ali’nin Emevîler’e karşı başlattığı isyan esnasında kendisi Hz. Ebû Bekir ve Ömer’i meşrû halife kabul ettiği gerekçesiyle kendisini terk eden ilk İmâmîler’i, ardından ilk üç halifenin hilâfetini reddettikleri için bütün Şiî grupları, daha sonra da Şiî unsurları taşıyan bazı bâtınî grupları ifade eder.
Eş‘arî, Râfizȋ terimle İmâmiyye’yi kastederken Bağdâdî, Râfıza’nın Hz. Ali’den sonra Zeydiyye, İmâmiyye, Keysâniyye ve Gāliyye’ye ayrıldığını belirterek bu ismi Şîa ile eş anlamlı olarak kullanmıştır. İmâmiyye Şîası’nda imâmet nazariyesinin kurulması, Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem’den sonra ilk imam kabul edilmesi, dolayısıyla ilk üç halifenin hilâfetlerinin reddedilmesi sebebiyle Ehl-i sünnet âlimleri tarih boyunca İmâmiyye Şîası’nı bu isimle anmış, onların inanç ve düşüncelerine karşı “er-red ale’r-Râfıza” adıyla çok sayıda eser kaleme almıştır. 
Selçuklu kaynaklarında hemen hiç rastlanmayan terim Osmanlı tarih eserlerinde sıkça yer almıştır. Bu terimle daha çok Şiî unsurlar taşıyan bâtınî gruplar kastedilmiştir.

3          31. Takiyye Nedir? التقيّة
Takiyye, dinî, manevî veya dünyevî zararları önlemek için kişinin muhalifler karşısında imanını veya inancını gizlemesi demektir. Takiyye, gerçeği ustaca gizleme sanatıdır. Özellikle İmâmiyye’de muhaliflerin baskısından kurtulmak, isyan etmeye elverişli bir durum ortaya çıkıncaya kadar toplumun ve yöneticilerin dikkatini çekmemek için takıyye yöntemine başvurulmuştur. İmâmiyye’ye göre bu nevi takıyye uygulaması ilk dönemlerden itibaren başlamıştır. Resûlullah’ın vefatından sonra ilk üç halifenin hilâfeti devrinde asıl hak sahibi olan Hz. Ali’nin sükût etmesi bir takıyye olduğu gibi oğlu Hasan’ın Muâviye ile hilâfet konusunda anlaşması da takıyye mahiyetindedir. 
Şiilerce takıyye, dinin kâfirler karşısında bir mümine tanıdığı ruhsatın ötesinde belirli Şiî grupların maksatlarına ulaşabilmek için uyguladıkları bir yöntemdir. Diğer bir ifadeyle takıyye, muhaliflere karşı uygulanan siyasî bir mahiyete bürünmüş, istenen sonuca ulaşabilmek için söylenen sözleri zâhir ve bâtın diye ikiye ayırıp ilkini herkesin, ikincisini ancak mezhep mensuplarının anlayabileceği bir terminoloji oluşturulmuştur.

3    32.  Şiiliğin Temel İlkeleri Nelerdir? (VİTİR)
1.      Vasiyyet: Hz. Peygamber Hz. Ali’ye hilafet için vasiyette bulunmuştur. Hz. Ali de kendisinden sonra vasiyette bulunmuştur. İmamı belirleme işlemi vasiyete uygun yapılmıştır.
2.      İsmet: İmamlar masumdur, her türlü günahtan, hatadan korunmuştur.
3.      Ric’at: Hz. Ali peygamberin vasisi olduğu için o da bir gün Hz. İsa gibi geri dönecektir.
4.      Takiyye: Ortama uygun olarak inançlar gizli bir şekilde yaşanır ve yayılır.
5.      İmamet: İmama itaat imanın rüknüdür. İmam nass ile belirlenir. Vasiyet ile tayin edilir. İmam bütün ilimleri Hz. Peygamberden tevarüs etmiştir. İlk imam Hz. Ali’dir.

3         33. Şia hakkında bilgi veriniz.
Şia, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra insanların en faziletlisi olarak Hz. Ali’yi kabul edip onun nass ve Peygamber’in tayiniyle imam olduğuna, Hz. Ali’den sonra imametin kıyamete kadar onun soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanan kimselerin müşterek ismi olmuştur. Şia mensuplarının hepsi de ehli beyte bağlılıkta ve onları yüceltmekte taassuba düşmüşlerdir. Onları diğer mezhep ve fırkalardan ayıran en büyük ve en önemli özellikleri budur.
Hicri I. Asırda vuku bulan Tevvabun hareketi, Muhtar es-Sakafi isyanı ve İbn Sebe fitnesinin Şiî fikirlerin teşekkülüne zemin hazırladığı kabul edilir. Tevvabun hareketi, Kerbela’ın intikamını almak niyetiyle giriştikleri bir harekettir. Hz.Ali, Hz. Hasan ve sonrasında Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle devam eden hadiseler Müslümanlar arasında bir Ehl-i Beyt taraftarlığını gündeme getirmiş, onların hak ve hukuklarını savunmak adına bazı girişimler vuku bulmuştur. Daha sonra bu siyasi ve dini anlayışlarını da şekillendirmeye başlamıştır. Genel anlamda Şiilik Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye şeklinde üç ana gruba ayrılmıştır. Her bir fırkanın kendi siyasi ve dini anlayışları olup Günümüze kadar devam etmişlerdir.
1.      Zeydiyye Fırkası
Mutedil Şîa’nın ilk mezhepleşme hareketlerinden biri Zeydiyye ile başlamıştır. Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali’dir (r.a). Zeyd b. Ali Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra Emevilere karşı ayaklanan ilk kişidir. Zeydiyye ilk olarak tamamen siyasi Saiklerle ortaya çıkmakla beraber zamanla itikadi bir mahiyet kazanmıştır. Şii fırkalar arasında Ehl-i Sünnet’e en yakın olanıdır.
Görüşleri: İmamette nass ile tayin ve vasilik söz konusu değildir. Ancak imamda bulunması gereken özellikler belirtilmiştir. Bu özelliklere göre Hz. Ali Peygamber’den sonra imamlığa en layık kişi olarak kabul edilir. İmam ilim ve takva sahibi olmalıdır. İmamda ismet vasfı yoktur. İlim ise kesbidir. İmam Kureyşi olmakla beraber Haşimî ve Hz. Fatıma (Hz. Hasan ve Hüseyin) soyundan olmalıdır. İmam, imametini açıkça ilan etmelidir. Mefdulun (Az faziletli) imameti geçerlidir. Büyük günah işleyen nimeti inkâr manasında kâfirdir. Ameli konularda ise Hanefi mezhebine paralel görüşlere sahipler. Mestlerin üstünü mesh caizdir. Ehl-i Kitab’ın kestiği caiz müt’a ise haramdır. Zalim idarecinin arkasında kılınan namaz sahihtir. Zeydiyye’nin Mu’tezile’den farkı beş temel esastan olan ‘el-Menzile beyne’l Menzileteyn’ ilkesi yerine İmamet ilkesini saymışlardır.

2.    İsmailiyye
Bu fırka; Cafer’i Sadık’ın oğlu İsmail’e nisbetten İsmailiye, Nasların zahiri manasını kabul etmeyip, ancak Allah ile irtibatlı olan ‘Masum İmam’ın bunların gerçek anlamını bilir diyen Batıniyye,  Hamdan b. Eş’as Karmata’ya nisbeten Karamita, sır ve hakikkatlerin manasını ancak masum imamın bildirmesi ile bilinebileceğini savunan Talimiyye ve yedi rakamına kutsiyet atfettikleri için Seb’iye gibi isimlerle de anılmıştır.
  İsmailiyye’nin Teşekkül Süreci
Gizli ve ihtilalcı bir hareket olarak ortaya çıkan İsmaililiğin doğuşunda ekonomik sıkıntılar, eski kültürler ve iktidar mücadelelerin büyük rolü vardır. Hasan Sabbâh’ın İran’da tesis ettiği fedai teşkilatıyla İsmaililiğin Irak, İran, Suriye ve Anadolu’da yayılması sağlanmıştır.
  Görüşleri
Aşırı Te’vil ve Zahir Batın Ayırımı: Bu anlayışın en önemli özelliği zahir ve batın ayırımıdır. İsmailiyye’nin inancına göre, Kur’an ve İslam şeriatının zahiri manası ile batıni manası tamamen birbirinden ayrılır. Bu özelliklerinden dolayı ‘Batıniyye’ diye isimlendirilmiştir.
Yedi Devir İnancı: İlk İsmaililere göre, insanlığın dini tarihi yedi devirden müteşekkil olup her bir devir, şeriat getiren bir peygamberle başlamaktadır. Hz. Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed (Aleyhimü’s-Selam) bu peygamberlere Natık denilmiş. Ve her bir Natık’ın nasları te’vil eden bir Vasi’si vardır. Hz. Peygamber’in vasisi ise Hz. Ali’dir.
İmamet ve Nübüvvet: Şia’da olduğu gibi İsmailiyye’de de şehadete “Ali Allah’ın velisi ve Nebinin vasisidir.” İbaresi eklenmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber için sabit olan hususlar Hz. Ali ve soyu için de sabittir. İsmaililere göre imamet, imanın en önemli esasıdır.
İman: Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) onun kulu ve elçisi olduğuna, Cennet, Cehennem ve öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna, kıyametin mutlaka kopacağına şehadet etmek, zamanın imamını bilip tasdik ederek emrine teslim olmaktır.

3.      İmamiyye Şiası
Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra Hz. Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri ve Peygamber’in tayini ve vasiyeti ile meşru imam kabul eden ve böylece on iki imama inanmayı dinin asıl rükünlerinden biri olarak görenlerin mezhebidir.
Ayrıca on iki imamı kabul ettikleri için isnâaşeriyye; itikat ve amelde İmam Sadık’ın görüşlerini benimsedikleri için Caferiyye de denmiştir.Bu fırka günümüzde varlığını sürdüren ve en fazla taraftara sahip olan Şii fırkalardan birisidir.
İmamiyye’nin Teşekkülü
İmamiyye çizgisindeki ilk ciddi farklılaşma ve imamet nazariyesi oluşturma teşebbüsleri İmam Cafer Sadık döneminde filizlenmeye başlamıştır.
Şia’nın on iki imamı: 1- Hz. Ali (40/661) 2- Hz. Hasan (50/6730) 3- Hz. Hüseyin (61/680) 4- Ali Zeynel Abidin (95/173) 5-  Muhammedd Bakır (114/733) 6- Cafer-i Sadık (148/765) 7- Musa Kazım (183/799) 8- Ali er-Rıza (203/818)  9- Muhammedd et-Taki (220/835) 10- Ali en-Naki (254/868) 11- Hasan el-Askeri (260/873)  12- Muhammet el Mehdi (256/ 870)
 
Tarihçesi
 1. Gaybet Öncesi İmamlar Dönemi:
İlk 11 imamın olduğu dönemdir. 12. İmam Muhammed el-Mehdî b. Hasan el-Askerî:  Mehdî”dir.  Şiîlere göre, babası Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra gizlenmiştir; hâlen sağdır ve kıyametten önce zuhur ederek zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracaktır.
2. Küçük Gaybet ya da Sefirler Dönemi
260/873 yılından 15 Şaban 328/ 27 Mayıs 940 tarihine kadarki 68 yıllık devreye Gaybet-i Suğrâ (Küçük Gizlilik) denir. Bu dönemde,  On ikinci İmam’la Şiîler arasında, arka arkaya sırasıyla dört kişinin onunla görüşerek irtibatı sağladıklarına ve sefirlik hizmeti gördüklerine inanılır. Bunlara Dört Sefir (Sufera-i Erbaa) veya Dört Naib (Nüvvâb-ı Erbaa) denir.
ı). Ebû Amr Osman b. Said:                 ıı). Ebû Ca‘fer Muhammed b. Osman
ııı). Hüseyin b. Ruh en-Nevbahtî       ıv). Ali b. Muhammed es-Samarrî
3. Büyük Gaybet Dönemi:
Sonuncu sefirin ölümüyle başladığı kabul edilen “Büyük Gaybet/ Gizlilik Dönemi” hâlâ devam etmektedir. Büyük Gaybetin başlangıç yıllarından itibaren Şiî-İmâmî âlimler, On İkinci İmâm’ın gaybette olduğunu, bunun daha uzun bir zaman alacağını, bu duruma inanmanın dinin bir aslı olduğunu açıklayan kapsamlı eserler telif etmeye başladılar.
İsnâaşeriyye Şiîliği, ilk defa Büveyhîler Döneminde (932-1062), kendi varlığını rahatça açıklayabilmiş ve mezhebî bazı uygulamaları hayata geçirebilmiştir.
Şah İsmail, kısa bir zamanda İran’da siyasî birliği sağlamış, İsnâaşeriyye Şiîliği’ni resmî mezhep olarak ilân etmiş, büyük çoğunluğu Sünnî olan İran coğrafyasını zorla Şiîleştirmeye başlamıştır.
Âyetullah Humeynî 1979 yılında, İran’da devrimi gerçekleştirmiş ve ortaya koyduğu velayet-i fakih görüşü doğrultusunda devletin başkanı olmuştur.
Görüşleri
1. Tevhid: Allah’ın var ve bir olduğuna, hiçbir eşi-benzeri bulunmadığına inanmaktır. Tevhid dört kısımdır: 1-Tevhid-i zat; Allah’ın zatı itibariyle birlenmesi. 2- Tevhid-i Sıfat: Allah’ın bir takım zati sıfatları vardır. 3- Tevhid-i Fiil: Varlık aleminde Allah’dan başka bir müessir yoktur. 4- Tevhid-i İbadet: Hiçbir şekilde Allah’dan başkasına kullukta bulunulmaz.
2. Nübüvvet: Nübüvvetin ilahî bir vazife ve Rabbanî bir sefirlik olduğuna inanır.
3. Adalet: Allah'ın âdil olması, hiçbir kimseye zulmetmemesi, insanların da iradesinde ve fiillerinde hür olması demektir.
4. Mead: Mead, öldükten sonra dirilmenin ve âhiret hayatının gerçekleşeceğine olan inançtır
5. İmamet: İmamet, Şia’nın inanç sisteminin omurgasını oluşturur
İmamiyye’de imamın sahip olması gereken özellik ve sıfatlar:
İsmet, İlim, imamın tebaasının en faziletlisi, en cesaretlisi, en cömerdi olması ve olgunluk alameti sayılan her konuda tebaasının en mükemmeli olmasıdır. Şecaat; imamın fitneyi önlemek, batıl ehliyle mücadele ve onları batıldan men etmek hususunda, gerekli olan şeye sahip olmasıdır.
İmamiyye’nin usulüddinden saymadığı; ancak itikadi konular arasında yer verdikleri üç mesele:
      Takiyye: Korunmak, sakınmak. Can ve mal güvenliği sebebiyle inancı gizlemek olduğundan farklı görünmektir.
      Beda: Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesine denir.
  Ric’at: Allah’ın bir grup insanı, mehdinin çıkışı sırasında, eski suret ve şekilleri ile dünyaya döndüreceğine inanmaktır.

              34.  Gadȋr-i Hum Nedir?
Hz. Ali’nin imametinin açıklandığına inanılan yer olması bakımından Şiȋ gruplar nezdinde tarihi önem taşıyan bir yerdir. Burası Mekke ile Medine arasındaki Cuhfe mevkiine 4 km kadar uzaklıktadır. Bütün Şiȋ gruplarına göre Hz. Peygamber veda haccı dönüşünde aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde önemli bir hususu bildirmek maksadıyla burada konaklamış, kendisine indirilen bir vahiy (maide 5/67) doğrultusunda bütün sahabeyi toplamış ve onlara bir konuşma yapmıştır. “sekaleyn hadisi” diye meşhur olan sözlerini söylemiştir: “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz.” Resûl-i Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!” Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar sırasıyla gelip Hz. Ali’yi tebrik etmişler. 
Gadîr-i Hum olayı Ahmed b. Hanbel, Müslim, İbn Mâce ve Hâkim en-Nîsâbûrî gibi Sünnî muhaddislerin naklettikleri hadislerde de geçmektedir. Hadiste geçen “mevlâ” ve onunla birlikte “velî” kelimeleri “halife” veya “imam” değil “dost, efendi, arkadaş” mânalarına gelir. Sünnî kaynaklarına göre bu hadis, çeşitli savaşlarda müşrik akrabalarını öldürdüğü için Müslümanlar arasında Hz. Ali’ye karşı duyulan antipatiyi gidermek ve en önemlisi, Yemen seferinde (10/631-32) ganimetlerin paylaştırılması sırasında katı davranışları ve beraberindekileri küstürmesi sebebiyle kendisini Hz. Peygamber’e şikâyet edenleri teskin edip Müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir.
Gadîr-i Hum, Şiî dünyasının 18 Zilhicce’de coşku ile kutladığı bir bayramdır. 18 Zilhicce, günümüzde de halk tarafından İran’da, her biri Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ı temsil eden içleri balla doldurulmuş üç çöreğin bıçaklanması suretiyle kutlanır. Onlara göre bal üç halifenin kanını sembolize eder. 

3       35.  Eş’arȋ’nin yazdığı eserleri sayınız.
1.      Makâlâtü’l-İslâmiyyȋn ve ihtilâfu’l-musallȋn: Müslümanlar arasında itikadla ilgili
olarak ortaya çıkan farklı görüş ve mezheplere dair önemli ilk kaynaklardandır Eserin içeriği şahıs veya mezheplerin görüşlerine ait olmak üzere nakillerden ibaret olup birkaç yer dışında (s. 297, 483, 552) Eş‘arî, şahsî kanaat ve eleştirilerine yer vermediği gibi nakledilen görüşlerin delillerine de temas etmez. 
2.      el-İbâne ʿan uṣûli’d-diyâne: الإبانةEhl-i sünnet’e intisap ettiği yıllarda kaleme aldığı bir
risâledir. Eser üzerinde ciddi bir çalışma yapan Fevkıyye Hüseyin Mahmûd’un isabetli görünen kanaatine göre kitap, Eş‘arî’nin Ehl-i sünnet mezhebine intisap edişinin bir göstergesi olarak bu intisabın ilk günlerinde yazılmış olmalıdır.
3.      el-Lümaʿ fi’r-red ʿalâ ehli’z-zeyġ ve’l-bidaʿ. اللمع Allah’ın sıfatlarını, kader ve iman
konularını Ehl-i sünnet’e göre açıklayan eseridir. Eş‘arî, kitabının mukaddimesinde bazı konularda gerçeği açıklamak ve bâtıl görüşleri reddetmek amacıyla muhtasar bir eser kaleme aldığını belirtir (s. 5). On bölümden oluşan kitabın ilk dört bölümü ilâhiyyât, üç bölümü kader, iki bölümü iman kavramı, son bölümü de imâmet konularına dairdir.
el-İbâne’nin aksine Eş‘arî bu kitabında Ahmed b. Hanbel’den hiç söz etmez ve Selef telakkisinden uzaklaşarak akılla nakil arasında denge kurmaya çalışan kelâm metodunu benimser. Naslarda yer alan müteşâbih lafızları te’vile yönelir. Eş‘arî’nin el-Lümaʿı hayatının hangi döneminde kaleme aldığına ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır.
el-Lümaʿ, mezhebin temel görüşlerini büyük oranda ortaya koyduğundan Eş‘arîler için önemli bir eserdir. Mâtürîdîlik’te Kitâbü’t-Tevḥîd’in oynadığı rolü Eş‘arîlik’te el-Lümaʿ üstlenmiştir. 
4.      el-Ḥas̱ ʿale’l-baḥs̱: الحث على البحث Kelâm ilmini ve bu ilmin kullandığı aklî istidlâl
metotlarını tenkit edenlere cevap olarak yazdığı risâledir. el-Ḥas̱ ʿale’l-baḥs̱’in Eş‘arî tarafından ne zaman yazıldığı tartışmalıdır. Hadis ehline karşı kaleme alındığı için eserin Mu‘tezilî döneme ait olabileceği ifade edilmiştir. Ancak Ehli Sünnet çizgisindeyken yazdığı söylenmektedir. Eş‘arî, Mu‘tezile’den ayrıldıktan sonra ashâbü’l-hadîsin çizgisini olduğu gibi benimsemek yerine el-İbâne’den başlayarak kelâm metodunu selefin itikadî görüşlerine uygulamak istemiştir. 

3     36.  İmam Azamın yazdığı kitaplar nelerdir?
1. el-Müsned. Talebeleri tarafından Ebû Hanîfe’den rivayet edilen hadisleri, diğer bir ifadeyle Ebû Hanîfe’nin ictihadlarında delil olarak kullandığı hadisleri ihtiva eden bir eserdir. Rivayetlerin toplanmasında veya tasnifinde etkin rol oynayan şahısların adlarıyla anılan ve önemli bir kısmı basılmış olan yirmiyi aşkın Ebû Hanîfe müsnedi mevcuttur
2. el-Fıḳhü’l-ekber. Akaide dair olup Ehl-i sünnet’in görüşlerini özetlemiştir. Başta I. Goldziher olmak üzere bazı şarkiyatçılar bu eserin Ebû Hanîfe’ye nisbetini sahih görmezlerse de kitabın ona ait olduğunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir. Birçok şerhi bulunan eser, bazı Doğu ve Batı dillerine de tercüme edilerek defalarca basılmıştır (
3. el-Fıḳhü’l-ebsat. Akaidle ilgili olup oğlu Hammâd ile talebeleri Ebû Yûsuf ve Ebû Mutî‘ el-Belhî tarafından rivayet edilmiştir. Kitapta kader konusunda bir bölüm, Allah’ın dilemesi babı, Günah işleyen kimsenin kafir olduğu iddiasının reddi bölümü ve iman babı bulunmaktadır.
4. el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim. Ehl-i sünnet’in görüşlerini açıklayıp savunma amacıyla ve soru-cevap tarzında kaleme alınmış akaide dair bir risâledir
5. er-Risâle. Ebû Hanîfe, Basra Kadısı Osman el-Bettî’ye hitaben yazdığı bu eserinde akaid konularında kendisine yöneltilen bazı itham ve iddialara cevap vermektedir
6. el-Vaṣıyye. Akaid konularını kısaca ele alan bir risâledir.
7. el-Ḳaṣîdetü’n-Nuʿmâniyye. Hz. Peygamber için yazdığı na‘t olup basılmıştır.

3          37.  Agnostisizm nedir?
Türkçeye bilinmezcilik olarak çevrilen Agnostisizm, tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunur. Bu görüşü savunanlara ise agnostik yani bilinmezci denir. Klasik İslâm düşünce geleneği içinde اللا أدريّة lâ edriyye kullanılmaktadır. Lâ edriyyenin terim olarak ilk ortaya çıkışı, özellikle kelâmcıların sofistler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileri çerçevesinde gerçekleşmiş, daha sonra modern Müslüman müellifler tarafından XIX. yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen agnostisizme karşılık olarak kullanılmıştır.
Agnostik düşünceye göre, insan aklı Tanrı hakkında bir tutum sergileyebilecek durumda değildir. Bu nedenle Tanrı hakkında konuşmak anlamsız ve imkânsızdır. Agnostisizm’in dinler hakkındaki görüşü kesin ve nettir. Zira agnostik düşünceye göre dinler kesinlikle insan ürünüdür.
Agnostik düşünce, genel anlamda “zayıf agnostisizm” ve “güçlü agnostisizm” olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Zayıf agnostisizme göre, Tanrı hakkında yorum yapılabilir, Tanrı hakkında konuşulabilir ve hatta Tanrının varlığı ve yokluğu bilinebilir. Ancak şu anki bilgilerimiz bunun için yetersizdir. Dolayısıyla, Tanrı konusunda kesin bir karara varmak için erken davranmak anlamsızdır. Bu düşünceye göre, evrenin kökeni belki bir gün bilinebilir; ancak şu an bilinemediğinden, Tanrının varlığına inanç konusunda tarafsız kalmak en iyisidir.
b) Güçlü agnostisizm ise Tanrının varlığının kesin olarak bilinemeyeceğini savunur. Bu anlayışa göre Tanrı, insan bilgisinin ve aklının sınırları dışındadır. Dolayısıyla onun hakkında konuşmak anlamsızdır. Çünkü aklımız, Tanrı konusunu sonuçlandırmakta yetersizdir. Tanrı insanoğlunun asla ulaşamayacağı, bir sonuca varamayacağı konular arasındadır. 

3         38.  Selefiyye ve ilkeleri hakkında bilgi veriniz.
Sahabe, tabiun ve onlar gibi düşünen İslam âlimleridir. İtikadi görüşleri, ayet ve hadiste geçenler teşbih, tecsim ve tevil olmaksızın kabul edilir. Akıl ve rey bu hususta belirleyici değildir. Fıkhȋ olarak, Kur’ân ve Sünnette bulunmayan hususlarda rey yoluna giderler. Müteşabihat konusunda tevil caiz değildir. Çünkü tevil ancak akılla yapılır. Akıl ise bu konularda yetkili değildir.
İlkeleri: (Kodlaması T TAKSİM)
1-      Takdis: Allah’ı azametine layık olmayan her şeyden tenzih etmektir.
2-  Tasdik: Müteşabih ifadelerin Allah’ın azametine uygun bir şekilde var olduğunu şeksiz kabul etmektir. Allah’ı bizzat kendisinin ve Peygamberinin tanıttığı gibi bilmek ve tasdik etmektir.
3-      Aczini itiraf etmek: Müteşabih ifadelerin maksadını bilmemek ve bunu itiraf etmek. Tevil ve yorum yapmadan maksadını Allah’a bırakmak.
4-      Sükut: Müteşabih ifadelerin anlamını sormamak ve onlara dalmamaktır. Cahilin bunları sormaması, âlimin de cevap vermemesidir.
5-      İmsak (uzak tutma): Müteşabih ifadeler üzerinde yorum ve te’vilden sakınmak.
6-      Keff: Müteşabih olan hususlarla zihnen ve kalben bile meşgul olmamaktır.
7-      Marifet ehline teslim: Müteşabih ifadelerin herkese kapalı olduğu zannedilmemelidir. Peygamberler, âlimler, sıddık ve veliler zor görülen bazı hususları bilebilir. Bunu kabul etmek gerekir.

        39.  Makâm-ı Mahmûd Nedir?
Sözlükte “övgüye lâyık yer, yüksek dereceli mânevî makam” anlamına gelen makām-ı mahmûd, kıyamet günü sorgulama öncesinde uzun bekleyiş sebebiyle bütün insanların sıkıntıda bulunduğu bir sırada Resûl-i Ekrem’e ilâhî rahmetin tecelli etmesi yolunda niyazda bulunması izin ve yetkisini ifade etmektedir.
İsrâ suresi 79. Ayette “Gecenin bir vaktinde kalkıp kendine mahsus nâfile bir ibadet olarak da namaz kıl ki, rabbin seni övülmüş bir makama yükseltsin.” bu tabir geçmektedir. Ayrıca ezan duası olarak “O’nu vaad ettiğin makām-ı mahmûda ulaştır.” geçmektedir.
İslâm âlimleri Kur’an’da mahiyeti açıkça belirtilmeyen, hadis kaynaklarında ise farklı biçimlerde zikredilen bu tabirle ilgili çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Taberî, âlimlerin çoğunun makām-ı mahmûdu, Hz. Peygamber’in kıyamet günü insanlara şefaatte bulunacağı konum olarak yorumladıklarını söylemektedir. Genellikle İslâm âlimleri makām-ı mahmûdun tefsirinde şefaati esas almışlardır. Onları bu yoruma sevkeden âmil makām-ı mahmûdu şefaatle tefsir eden hadis rivayetleri olmalıdır. 

3          40.  Şefaati Uzmâ nedir?
En yüksek şefaat makamıdır. Peygamberimizin (sav) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makamdır. Peygamberimiz (sav)  "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyâmet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37) buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i uzmâ" (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da “makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (el-İsrâ 17/79)

4            41.  Varlık Nedir? Gazali’de varlık iman teorisi?
Gazali’nin varlık anlayışının temeli İLK VARLIKTIR. O’na göre her varlık bir nurdur. Bu nurlar içinde en yüksek nur ve eşi olmayan tek gerçek nur Allah’tır. Bütün nurlar ondan meydana gelmiştir. Hakiki olan yalnız onun nurudur. Hepsi O’nun nurundandır. Doğrusu, var olan O’dur. Nur Allah’tan ibarettir. Diğer varlıkların varlığı mecaz yoluyladır. Onlar varlıklarını yaratıcı olan ilk varlığa nispetle kazanırlar. Var oluşlarını kendi zatlarından değil tabi oldukları zattan alırlar.
Gazali varlık nedir? Sorusuna “O bir cins değildir” şeklinde cevap verir. Gazali metafiziğinde varlık iki türdür:
1.Vacip varlık               2. Mümkün varlık
Vacip Varlık; varlığı kendinden olan zaruri varlıktır. Mümkün Varlık; varlığını ilk ve asıl varlıktan alan varlıktır. Bu ikisi arasında kalan varlık “MUHAL” varlıktır. Muhal, yokluğu zaruri olan varlıktır. Bu varlıklar, mutlak yokluktadır, var olmaları düşünülemez. Örneğin Anka kuşu ve Kaf dağı gibi.
1.Vacip Varlık: Vacip varlık, varlığı kendinden olan başkasına fayda sağladığı halde kendisi başkasından fayda sağlamayan varlık, Allah’tır. Gazali’ye göre vacip varlığın özellikleri şunlardır.
a. Cevher olamaz: Zorunlu varlık cevher olamaz çünkü yer kaplayan herhangi bir şey, bileşik değilse buna cevher denir. Cevher bir yere muhtaçtır. Boşluğu doldurur. Bu nedenle değişmelerden hali değildir. Yani hareketten uzak kalamaz. Bir yere sahip olan cevher ya hareket halinde olacak ya da sakin olacaktır. Hareket ve suskun hadistir. O halde cevherde hadistir.
b. Cisim olamaz: Cisim yer işgal eden cevherlerden meydana gelir. Cevher hareket, suskun, şekil ve miktar gibi hadis olan şeylerden hali olmadığı için o da hadistir. o halde cevherden oluşan cisimde hadistir. Zorunlu varlık cevher olmadığı gibi cisimde olamaz.
 c. Araz olamaz: Araz kadim değildir, varlığı bir zata dayanandır. Bu zat ya cisim veya cevherdir. Araz bir cisimde bulunur. Cismin hadis oluşu zorunlu olunca, şüphesiz ona dayanan şeyinde hadis olması gerekir. O halde zorunlu varlığın araz olması imkânsızdır.
Zorunlu varlık bir’dir. Ortağı yoktur. Tektir. Ezeli ve ebedidir. Yani varlığı devamlı vardır ve sonu yoktur. Hiçbir şeye de muhtaç değildir. Bütün noksanlıklardan münezzehtir. Hiçbir varlığa benzemez. Hiçbir varlık da ona benzemez.
2. Mümkün Varlık: Gazali’ye göre mümkün varlığın nedeni dışarıdan gelir. Varlığı kendi nefsi ile değildir, emanettir, geçicidir. Bu varlık türü zatı yönünden ele alındığında sırf yokluktan başka bir şey değildir. Vücudunu ancak dışarıdan almaktadır. Gerçek bir varlığı yoktur.
Sonuç olarak gazali Ehl-i Sünnet ekolüne mensup kalarak gerçek varlık olarak Allah’ı kabul etmektedir. O’nun dışında bulunan varlıklar, bu varlığını bu asıl varlığa borçludur.

4            42.  Peygamberlerin küçük ve büyük günah işleme durumunu mezheplere göre anlatınız.
İSMET العصمة :  Kelâm literatüründe ismet “peygamberlerin Allah tarafından günah işlemekten korunması” şeklinde terimleşmiştir. Ehl-i sünnet’e ve Mu‘tezile’ye göre ismet sadece peygamberlere ait bir sıfattır; Şîa grupları ise imamların da mâsum olduğuna inanmaktadır.
Mâsumiyetin niteliği konusunda mezhepler farklı görüşler benimsemiştir. Mâtürîdîler’e göre ismet, peygamberin iradesini devre dışı bırakmadan onu kötü fiillerden caydırıcı, hayırlı fiillere sevkedici bir sıfattır. Nitekim Mâtürîdî ismetin mihneti izâle etmeyeceğini belirtmiştir Peygamberin günahtan korunmuş olması onu taate zorlamadığı gibi günah işlemekten de âciz bırakmaz. Mu‘tezile ile Şîa âlimlerinin ismet telakkisi de aynı paraleldedir
Eş‘arî kelâmcıları ismeti “Allah’ın peygamberde taati yaratıp mâsiyeti yaratmaması” diye tanımlamış, mâsum kimsede onu kötülüklere yönelmekten koruyan bir özelliğin bulunduğunu söylemiştir. Eş‘ariyye’nin bu görüşü peygamberi bir bakıma melek statüsüne çıkarıp onun günah işleme iradesini ortadan kaldırmaktadır.
Ehl-i sünnet’in çoğunluğu ile Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ve Ebû Ali el-Cübbâî peygamberlerin nübüvvet vaktinden, Mu‘tezile’nin çoğunluğu bulûğa ermelerinden, Şîa ise peygamberlerle birlikte imamların da doğumlarından itibaren mâsum oldukları görüşündedir. İslam âlimleri,
peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfür ve şirkten korundukları görüşündedir.  Peygamberlerin tebliğ ettikleri konularda da yalan söylemekten korunmuş oldukları hususunda ulemâ fikir birliği içindedir.
Peygamberlerin fiil ve uygulamalarındaki korunmuşluklarına gelince, ismeti nübüvvetle başlatan Ehl-i sünnet’in çoğunluğuna göre onların nübüvvetten önce günah işlemeleri mümkündür. Büyük günah olması da aklen imkân dahilinde bulunan bu hususu nefyeden naklî bir delil yoktur. Peygamberler nübüvvetten önce günah işledikleri takdirde ilâhî irade ile tavırlarını değiştirip doğru yola yönelir ve toplum içinde güvenilir kişiler olma niteliğini korurlar.
Ehl-i sünnet kelâmcıları, nübüvvetten önce ve sonra peygamberlerin kasten veya sehven yüz kızartıcı günahlardan korunmuş oldukları hususunda görüş birliği içindedir. Onların katı kalplilikten, nefret uyandıran her türlü davranıştan, hafifmeşreplilikten, küçük düşürücü fiiller işlemekten uzak durmaları gerekmektedir. Bu tür günahlar küçük sayılsa bile peygamberlerin toplum içindeki saygınlıklarını zayıflatarak etkinliklerini azaltır.
Mu‘tezile âlimlerinin çoğunluğuna göre peygamberler nübüvvetten önce ve sonra kasten veya sehven büyük günah işlemekten korunmuştur. Yüz kızartıcı günahlardan korunmakla birlikte yanılarak ya da unutarak diğer küçük günahları işlemeleri mümkündür. 
Şîa’ya göre peygamberler yanında Hz. Fâtıma ile imamlar doğumlarından itibaren küfür ve şirkten, yalan söylemekten, büyük küçük her türlü günahtan, hata, yanılma ve unutmadan mâsumdur.

4            43.  Zelle Nedir?

Kaynaklarda zelle iki şekilde tanımlanmıştır. Ebü’l-Berekât en-Nesefî’ye göre zelle, yürüyen kimsenin çamurda kaymasıgibi herhangi bir kasıt olmadan ilâhî emre aykırı biçimde işlenen fiildir. Tehânevî’ye göre mükellefin meşrû bir işi yaparken gayri meşrû bir işe düşmesi veya kasıt olmaksızın yap‎ılan küçük günahtı‎r. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi gibi Mâtürîdî âlimlerince zelle peygamberlere nispet edilmesinden hareketle, “nübüvvet döneminde peygamberlerden yanılma veya unutma sebebiyle zuhur eden küçük günahlar” şeklinde aç‎ıklanmıştır. Eş‘arî, Mâtürîdî ve Mu‘tezilî âlimlerinin bir kısmı zelle yerine “sagair” (küçük günahlar) tabirine yer vermiştir. Hanefî-Mâtürîdî âlimleri ise peygamberler hakkında sağair kelimesine özellikle yer vermemiş, bunun yerine zelleyi tercih etmiştir.
İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîler’in büyük çoğunluğu peygamberlerin zelle işleyebileceğini kabul eder. Eş‘arî ise peygamberlerin nübüvvetten önce mâsiyet ve zelle kapsamına giren kusurlarlemiş olabileceğini; ancak nübüvvet döneminde böyle bir şeyin meydana geldiğine dair herhangi bir nas bulunmadığını söyler. Sonuçta Eş‘arîler’in çoğunluğu sehiv ve hatann günah kapsam‎ına girmediğini, dolay‎ıs‎ıyla peygamberin zelle işlemesinin mümkün olduğunu kabul eder.
Mu‘tezile çoğunluğunun benimsediği anlayışa göre peygamberlerin bilerek “tane miktarınca dahi olsa” eksik tartmak gibi nefret ettirici sagair işlemeleri düşünülemez; diğer sagairi işlemeleri mümkündür. Mu‘tezile’ye göre peygamberlerin günahlar‎ı bir ictihad ve değerlendirme hatasıd‎ır. Mesela Yüce Allah Adem ve Havva’ya ağaçtan yemelerini yasaklarken ağaç cinsinden yemeyi murat ettiği halde Hz. Adem bizzat işaret edilen ağaçtan yemelerinin yasaklandığını zannetmiş ve aynı cinsten başka ağaçtan yemiler ve böylece ağaçtan yeme yasağının yorumunda hata etmişlerdir.

4             44.  Burhanı innȋ ve limmȋ nedir? Açıklayınız.
Burhanı limmȋ: Müessirden esere, sebeplerden neticelere doğru yapılan istidlal, yani delile dayanarak sonuca varma usulüdür.  Mesela, merhametli bir zâtın şefkatinden, cömertliğinden söz ediyorsunuz ve böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır diyorsunuz. Burada müessirden esere intikal etmiş oluyorsunuz. Sinan ve Süleymaniye, ikisi de birbirine delildir. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar.” diyerek, Süleymaniye’yi gösteriyoruz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl söz konusudur.
Burhanı innȋ: Eserden müessire, neticelerden sebeplere gidilerek yapılan istidlaldir. Mesela Selimiye camiini bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda: “Böylesine muhteşem bir eserin mimarı, elbette büyük bir dâhi, eşsiz bir sanatkârdır.” Hükmüne varıyorsunuz. Yani eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlal vardır.
Öte yandan, bir gurup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyoruz. Ve “Bu yardımları yapan mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır.” diye hükmediyoruz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyoruz.
“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle 'bürhan-ı limmî' denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de 'bürhan-ı innî' denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.”
Kur’ân-ı Kerim’de her iki istidlâlin de misâlleri vardır. Fâtiha Sûresi`nin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir. “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” buyrulmakla, önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve “bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü hamde ve senaya lâyık olduğu” hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır.
Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın “din gününün sahibi olduğu” nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir.” mânâsı ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır.













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder